Kurgunun İki Yüzü
- Sarnav
- Jun 9
- 4 min read
Kemal Tahir’in “Sağırdere” adlı eserini okumaya başlamadan evvel kitabın arkasında yer alan şu cümleye takıldım ve üstünde düşünüp durduğumdan okumaya başlayamadım: “Her sanatçı, içinden çıktığı toplumun insanlarını konu alır; onun için en büyük gerçek, kendi insanlarının gerçeğidir.” Bu da bana karakter yaratımımdaki değerleri düşündürdü.
Olayı kurgusal boyutta ele alırken iki kısma bölmeyi uygun buluyorum. Kurgusal (gerçek ögeler etrafında şekillenen hayali kişilikler) ve “saf kurgu” demeyi tercih ettiğim (neredeyse bütünüyle gerçek dışı ögeler etrafında şekillenen hayali kişilikler) biçimler.
(Bildiğim kadarıyla “saf kurgu” diye bir kavram yok ama bir kavram yaratma peşinde de değilim. Sadece anlaşılırlığı artırmak için bu tür bir kelime ayrımı yapma niyetindeyim.)
Kemal Tahir ve niceleri, dönemlerinin anlatısını taşırken genel itibarıyla Anadolu insanını, yaşadığı yerel yerdeki kişilikleri, topluma mal olmuş belli başlı tiplemeleri anlatarak eserlerine yön vermişlerdir. Bu hususta ele alınan karakterler gerçek olaylara değinebiliyor, gerçek cümleler kurabiliyor. Etkileşimleri esnasında, şimdide yaşayan bizler, geçmişe dönük izler görebiliyor ya da geçmiş tarihi değerlendirmede bir fikir olarak kullanabiliyoruz. Anın, dönemin anlatısına uygun şekilde oluşturulmuş hayaletlerdir bunlar.
Kaldı ki böyle de olmalıdır. Yazar eğer halkın sorunlarına toplumsal ya da bireysel manada eleştiri getirmek, teşhis koymak ya da şahsi düşünce ve çıkış yollarını göstermek istiyorsa, bu pek tabii bu şekilde oluşturulmalıdır. Okurlar, karakterleri ve onların içinde yer aldıkları durumları, olayları, engelleri içselleştirebilmeliler. Kendinden parçalar yakalayabilmeliler. Aksi takdirde yeni bir soluk getirmiş olmuyor aksine havada kalan bir karakter yaratmış oluyoruz. Çünkü anlatıya uymayan bir karakter sıra dışılık taşımayacaktır ve çoğu zaman anlatıma ket vuran manasız bir kişilik sunacaktır.
Toparlarsak, bu tür bir karakter yaratım yaklaşımı yukarıda yer alan alıntıyla örtüşüyor diyebiliriz.
Peki, tersiymiş gibi görülen biçimde, yani saf kurgu (gerçekçilikten yoksunluk içeren) eserlere sahne olan karakterleri nasıl yargılamalıyız?
Zira onlar, belki de tamamıyla kurgusal bir evrenin parçası olabilirler. Bizler, belki de karakterlerin bir kısmı gibi o evreni yeni yeni tanımaya başlıyorsak onları ne derece değerlendirebiliriz? Oturaklı bir karakter olup olmamalarını sağlayan etmenler nelerdir?
Zannediyorum ki buradaki en önemli husus, yazarın derli toplu bir resim çizebilmesinde yatıyor. Eğer ilgili karakterlerin, tıpkı kurgusal (gerçek ögelerle harmanlanan) biçimde olduğu gibi sorunları, yaşam tarzları, toplumsal görüşleri yansıtılıyorsa, o halde, bizi içine çekmese bile durumdan haberdar olmamızı sağlayabilir. Yine de bunu içselleştirmek zordur.
Belki de burada biraz da okurun bakış açısı önemlidir. Tümüyle kurmaca olan bu diyarlardaki karakterlerin dertlerini ne denli umursamak ve ciddiye alarak okumak, değerlendirmek gereklidir? Okur tarafındaki soru bu olabilir. Ek olarak unutulmamalı ki, eserden ne beklemek istediğimizi önceden şekillendirmek, bütünleyici bir bakış açısına kucak açarken ön yargısız bir okumayı da sağlayabilir.
Dürüst olmak gerekirse bu türden bir mücadeleye girişen yazarın eseri, kurgusal yaklaşım sunulan eserlerden sayfa sayısı bakımından daha uzun olacaktır. Fantastik ve bilim kurgu ögeleri içeren kitapların ortalama sayfa sayısını gözlemleyecek olursak bu konuda bana katılacaksınızdır. Çünkü anlatımın elden geldiğince sağlamlık kazanabilmesi için, hali hazırda bilmediğiniz konuların bize verilmesi şart değilse bile gereklidir. Bunun gerekliliğinin derecesini ise yukarıda sorgulamıştık.

Photo by Toa Heftiba on Unsplash
O halde alıntıyı tekrar okuyalım ve bu biçime göre tekrar yorumlayalım.
“Her sanatçı, içinden çıktığı toplumun insanlarını konu alır; onun için en büyük gerçek, kendi insanlarının gerçeğidir.”
Şimdi ise soru sanırım şu şekli alabilir duruma geliyor: İçinde bulunamayacağımız bir topluluğun insanlarını konu aldığımız eserlerimizdeki gerçeklik payı nedir ve bu hayali insanlar tamamen bir yalandan mı ibarettir? Üstüne üstlük bu, bizi sanatçı yapmaz mı/olmaktan uzaklaştırır mı?
Yeni soruyu farklı şekilde okumamız gerektiğini düşünüyorsanız ne şekilde değiştirilebileceğini benimle paylaşabilirsiniz. Böylece üstünde kafa yormaya daha fazla zaman ayırabiliriz.
Yeni soruyu çözümlemeye başlayalım.
Kurgusal bağlamda ele alınan her eser, yalan söylemekle eş değerdir. Zira anlatıda yalan söylenen tek bir nokta bile varsa, o eser tümüyle gerçek kabul edilemez. Hayal gücümüze misafir olan her karakter, oluşturduğumuz yalanlar zincirinin parçası olan bir ögedir. Burada yanlış ya da abes bir durum yoktur.
Soruyu, “İçinde bulunamayacağımız bir topluluğu kaleme alabilir miyiz?” şeklinde parçalamak isterim. Buna benzer bir konu olarak, bulunmadığımız yer ve dönemlerle ilgili eserler yazıp yazamayacağımızı irdelediğim bir yazım olmuştu. Buradan okuyabilirsiniz.
İçinde bulunamadığımız topluluğun gerçek bir topluluk olduğunu varsayarsak (herhangi bir yabancı ülkedeki insanları düşünebiliriz) bu topluluğun sahip olduğu değerler hakkında bilgi sahibi olmamız anlatımımızı hakiki kılacaktır. Okur, anlatılanları sahiplenebilir bir pozisyona geçecektir. Bana kalırsa bu türden bir (çevrim içi veya birebir) araştırma gereklidir de.
Fakat anlatıda yer alan topluluk da kurmaca ise (başka bir gezegende yer alan bir topluluk olduğunu hayal edelim) bu anlatı için bir engel yoktur. Hayal gücümüzün bize bahşettiği her şeyi, dilediğimiz şekilde kullanabiliriz. Tabii bu, yine de okurun gözündeki kalitesini etkileyecektir. Bu yüzden, bildiğimiz türde fonksiyonları olan (siyasi, kültürel, geleneksel, sanatsal anlamda olabilir) değerleri, farklı isim ve tarzlarla sunarken belli bir sistem oluşturmak akla yatkın gelebilir. Böylece okur, her ne kadar anlatılan topluluğun saf kurgusal bir fantastik yapıya sahip olduğunu bilse de, benimseyebileceği yerler yakalayabilecektir. Belki de, bize olan benzerliğinden sıyrılması adına bambaşka biçimde ele alınan bu kurmaca düzenin değerleri, tartışmaya ve yorumlamaya (gerçekçi kurgusal anlatıya nazaran) daha fazla mal olacaktır.
Sözün özüne varırken bunun bizi sanatçılıktan uzaklaştıracak bir biçim olmadığını da kolayca görebiliriz.
Şahsen ikinci kurgusal biçimi kendime daha yakın görüyor olsam da, bunun nedeni ilkini hor görmem değil. Aksine ikisinin de kendine has zorluğu olduğuna pekâlâ eminim. İlk biçim, bizi insanları daha iyi okumaya, onları gözlemlemeye, kaliteli bir şekilde analiz edip sunmaya iten, sosyolojik tespitlerimizin olabildiğince az kusurlu olmasını gerektiren bir biçim.
İkincisi ise birçok kişi adına kolaya kaçmak gibi görülebilir. Yukarıda bahsedilenleri bu denli birebir şekilde uygulamamızı gerektirmediği büyük ölçüde doğru. Fakat tümüyle gerçek dışı düşüncelerle boğuşmak da kafa karıştıran, tüketen, sürekli olarak tekrar isteyen, kendince bir yapısının oluşturulması beklenen bir biçim. Bu da herkesin harcı değil ama başlangıçtaki kusurlarımızı örtmek için sanırım daha ideal.
Peki, siz öykülerinizi yazarken nasıl bir yol izliyorsunuz ve neden bu şekliyle hareket ediyorsunuz? Gerçek olaylar çerçevesinde yaşayacak kurgusal karakterler mi yaratıyorsunuz yoksa koca bir yalana ortak olan bir yazar haline mi bürünüyorsunuz?
Commentaires