Modern Üretimde Estetik ve Pratiklik Üzerine
- Sarnav
- May 27
- 7 min read
Evde, bir kafede ya da sevdiğiniz herhangi bir yerde bir an durun ve etrafınızdaki birkaç objeyi inceleyin. Bunlar bir sanat eseri ya da zanaat ürünü olabilir. Yaklaşık kaç yıllık olduklarını düşünüyorsunuz? Yeni görünen objeler fark ediyor musunuz? Bu objelerin desenleri, formları ya da renkleri sizde duygusal bir etki uyandırıyor mu?
Bu konu, ara sıra karşıma çıktığında üzerinde düşünmekten keyif aldığım bir mesele. Neredeyse her fiziksel obje üzerinden yorumlanabilecek kadar geniş bir alan sunuyor. Ben ise toplumda ortak anlam taşıyan eşyalar ve bunlarla ilgili temalar üzerinden ilerleme niyetindeyim.
Başlıklarda iki zıt görünümlü kavramın bir arada kullanılması, birinin diğerine üstün geleceği izlenimi yaratabilir. Yazdıkça duygularımın bu yönde baskın çıkma ihtimali olsa da, konunun hem duygusal hem mantıksal boyutlarıyla ele alınabileceğini düşünüyorum. Yine de, ben yazarken ve siz okurken ne kadar tarafsız kalabilirsek, akıl yürütmelerimiz ve çıkarımlarımız o kadar sağlıklı olacaktır. Öyleyse başlayalım.
Gördüğümüz her şeyin bir geçmişi var; bazıları yeni, bazıları ise yılların izini taşıyor. Bu farklar, zamanın nesneler üzerindeki etkisini düşündürtüyor bana. Anlatımımda yer vereceğim örneklerimde marka veya isim belirtmeyeceğim. Siz kendi deneyimlerinizden bir örnek düşünerek anlatımı daha rahat takip edebilirsiniz.
Sosyal medyada son bir sene içerisinde birkaç kez, geçmişteki binaların renksizleştiği veya tek renk haline geldiği gönderilere rastladım. Aynı durum, tanınmış firmaların mağazaları ve logoları için de geçerli. Bu değişimleri yargılamak kolay ancak önce karşı görüşü anlamaya çalıştım. Logoların değişmesi doğal; dönemsel olarak farklı yazı tipleri, renk düzenleri ve görsel biçimler benimsenebiliyor. Fakat bu tür köklü değişimler, markaların fiziksel yapıları için neden gerekli olsun?
Çoğu şirketin logosuna veya dijital ikonlarına bakarsanız, renk seçimleri genellikle iki veya üç renkle sınırlıdır. Daha fazlası, aynı rengin tonları ya da ana renklerle ifade edilir. Bu renkler, markanın tasarımlarında, reklamlarında ve ürünlerinde kullanılır, marka bu renklerle tanınır. Renkleri değiştirmek radikal bir karardır, çünkü köklü değişiklikler markanın yıllarca oluşturduğu algıyı sarsabilir ve geçmişteki reklam ile satış çabalarını değersizleştirebilir. Bu, basit bir değişimden öte, toplumun zihninde yer bulan mirasını yok etme riski taşır.
Yine de firmalar kendi başlarına bazı dönüşümler gerçekleştirebilir. Şu soruyu soralım: Değişim gerekli midir? Muhtemelen evet. Asıl zor olan, bunun nasıl gerçekleşeceğidir. Esas mesele de bu noktada yatıyor.
İsmi, rengi ya da logoyu tamamen değiştirmek şirketlere ciddi zarar verebilir. Bu değişikliklerin zamana uygun olacağının garantisi yoktur. Öte yandan, küçük çaplı değişimlerin genellikle anlamı sınırlıdır ve gereksiz hamleler saygınlığı zedeleyebilir.
Buna rağmen birçok şirket bu dönüşümleri göze alıyor. Muhtemelen zincir şubelere veya pazar hâkimiyetine sahip olmanın sağladığı rahatlığa güvendiklerinden bunlara kalkışabiliyorlar.
Sıkça ziyaret ettiğimiz ve hizmet aldığımız bir yeri düşünelim. Örnekleri siz deneyimlerinizden seçebilirsiniz. Bu bir kafe, restoran ya da bilinir bir yer olabilir. Diyelim ki bu yerin ürün kalitesi kısa sürede düştü: Renkleri soldu, sloganı değişti, çalışanların enerjisi azaldı. İlk başta bunu fark etmeyebiliriz ancak zamanla bazı duyumlarla ve şahsi deneyimlerimizle bu değişimi hissederiz. Artık o isimle bağımız eskisi gibi değildir, kimliği bizde silikleşir. Belki şirket yeni müşteriler çekmeyi hedefliyordur, belki de yanlış politikaları doğru sanıyordur.
Eğer bu marka geleneksel bir markaysa, onunla bağdaştırdığımız nostalji yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Samimi atmosfer azaldıkça, sadece hizmet alan bir müşteriye dönüşürüz. Markanın güzel görünümüne, sunduğu hizmete ve bıraktığı hislere neden böyle bir değişim uyguladığını sorgularız. Elbette bunun birkaç nedeni var.
Bu nedenlerden biri, daha fazla kazanç sağlama isteği olabilir. “Ters bir etki yaratırken nasıl daha fazla kazansınlar?” diye düşünebilirsiniz. Fakat büyük şirketler, bu tür değişimlere genellikle detaylı hesaplamalar yaparak girişirler.
Başka bir neden, dönemin gidişatına uyum sağlama isteği olabilir. Modaya ayak uydurmak, sektördeki rakiplerin gerisinde kalmamak ve farklı görünmekten kaçınmak gibi etkenler öne çıkabilir.
Bana göre en önemli neden pratiklik. Yine de sizin görüşleriniz farklı perspektifler sunabilir.

Photo by Vadim Burdujan on Unsplash
Markaların beğendiğimiz estetik yapısını gölgede bırakan temel nedenin, pratikliğe öncelik vermek olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncem, yazının başında bahsettiğim etmenlere dayanıyor. Giderek solan renkler, tamamen grileşen binalar, mimari açıdan yavan ve fabrika benzeri yeme-içme alanları, mağazalar ya da alışveriş merkezleri, abartılı reklamlar ve ürünlerle ilgili yanıltıcı iddialar... Tüm bunlar, markaların halkla bağını zayıflatıyor ve müşteri odaklı bir yaklaşıma kayıyor. Ne üzücü.
Zaman vurgusunu bu nedenle yaptım. Çünkü neredeyse hepimiz şu cümlede hemfikiriz: “Çoğu şey eskiden daha iyiydi.”
Gün geçtikçe daha fazla kâr odaklı bir sistemin içine çekiliyoruz. Satın aldıklarımız tamamen bize ait değil; çoğu zaman kiralık gibi, dönemsel olarak kullanıyoruz. Üstelik birçok ürün fiziksel bile değil, yalnızca dijital ve onlara asla tam anlamıyla sahip olamıyoruz. Diğer satın aldıklarımız ise genellikle seri üretim, birbirinin kopyası ve çoğunlukla ortalama veya daha düşük kaliteli. Bunları üretim süreçlerini sorgulamadan alıyoruz, çünkü bize sunulanları kabul etmeye yönlendiriliyoruz. Üreticiler de bu durumu fırsat biliyor. Peki, neden böyle yapıyorlar?
Evet cevap büyük olasılıkla “daha fazla kazanç sağlama” isteği. Ancak bir başka önemli neden olarak, “insan anlayışındaki değişim” olduğunu düşünüyorum. Bu tutum da temelde zamanla bağlantılı.
Bahsettiğim kabullenişimiz ve alternatif aramaktan vazgeçmemiz, bizi geçmişte sahip olduklarımızdan farklı objelere, ürünlere ve hizmetlere yöneltti. Çalışma masamız, teknolojik aletlerimiz ya da kahvemizi yudumladığımız fincan gibi eşyaların sanat ve zanaat değeri giderek azalıyor. Yazının başında sorduğum sorunun nedeni buydu: Çevremizdeki nesneler, insanın bu kaybolan tutumundan ne kadar etkilenmiş görünüyor?
Doğru, estetik açıdan yoksunluk çekenler bizler olsak da, bunun nedeni sahip olduklarımızın aynı dertten muzdarip olması. Birbirini besleyen bir döngüye giriyoruz ve zamanla daha basit hizmetler ile ürünleri satın almaya yönlendiriliyoruz.
Sanat ve zanaat eserleriyle seri üretim arasındaki farkın, insanın duygusal bağlılığıyla yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bir esere harcanan zaman, emeğin ta kendisidir ve bu emeğin değerini en iyi üretici bilir. Bireysel üretici (asıl amaç ürünün işlevi olsa bile), ürünün estetik görünümüne önem verir ve onu satın alanın bu değere saygı duyacağını umar. El emeği ürünlere verilen önem de bu anlayıştan gelir. Oysa seri üretim ruhsuzdur; ürünle duygusal bir bağ kurulmaz ve amacı yalnızca işlevselliktir.
Fincanlarımız genellikle standart bir kupa ya da yaygın butik üretimlerden biri. Kendine özgü bir deseni, rengi ya da işlemesi var mı? Otuz yıl önceki kahve fincanlarıyla bugünküleri kıyaslamak zor. Eskiler sohbete kattığı anlam ve bıraktığı izlenimle farklıydı. Günümüzün seri üretim ürünleri bu etkiyi yaratabilir mi?
İnsan anlayışının değişiminden bahsettik. Şimdi bir de paragöz üreticilerin yaklaşımına bakalım. Ürünlerde kalite aramak yerine, tekrar veya sürekli satın alınabilir, sık tamir gerektiren, yenilenmeden yeni gibi gösterilen ya da koleksiyon parçası haline getirilen ürünlere odaklanıyorlar. Bu yalnızca kâr hırsıyla açıklanamaz; mesele etik bir boyuta da uzanıyor. Bu yaklaşımdaki üreticiler, kâra öncelik verirken ürünün niteliğini ve toplumla kurulan bağı göz ardı edebiliyor. Öncelikleri, ürünün estetik değerini öne çıkarmak, müşteride anlamlı anılar yaratmak ya da yaratıcı fikirler sunmak değil. En iyi ihtimalle ürünün pratikliği ve işlevselliğidir.

Photo by Haley Lawrence on Unsplash
Şimdi konuya ters bir açıdan bakalım. Bir objenin, markanın ya da hizmetin müşteride uyandırdığı nostaljik hissi kaybetmesi, sanatsal değerini yitirmesi ya da yalnızca bazı müşterilerin beklentilerini karşılamak için değişimden kaçınması aynı oranda zarar verici değil midir? Bu soruyu birlikte düşünelim.
Üstünde konuştuğumuz konuyu bir taraftan bakarak sorguladık. O yüzden bu yönüyle ele alırken aynı derecede uzatma niyetinde değilim. Herkes kendi deneyiminden yola çıkarak farklı bakış açıları geliştirebilir. Amacım, bu konuda düşünmeye teşvik etmek ve farklı görüşlerle tartışmayı zenginleştirmek. Böylece ek görüşler sağlayabilir, düşünceyi genişletebilir, yanlışları ve doğruları görebiliriz
Elbette pratikliğin tamamen değersiz veya yalnızca kapitalist çıkarlarla gerekçelendirilebilecek bir yönelim olduğunu söylemek haksızlık olur. İşlevsellik, kimi zaman hayatlarımızın daha yaşanabilir hale gelmesini sağlayan temel bir unsurdur.
Pratik ürünler, erişilebilirlik açısından değerlidir. Gösterişli bir fincan yerine sade ve kullanışlı bir kupa tercih etmek, sadece maddi değil, zaman ve enerji tasarrufu açısından da anlamlıdır. Toplumun belli ürünlere ulaşmasını sağlayan, çoğu zaman estetik değil, bu pratikliktir.
Pratikliğin bir diğer önemli yönü, ürünlere erişim kolaylığı sunmasıdır. Geçmişte çoğu ürüne halk olarak ulaşabiliyorduk; standart bir ürün ya da hizmet lüks sayılmaz, uygun harcama ve tasarrufla elde edilebilirdi. Ancak günümüzde bu durum değişti. Bunun temel nedeni, ülkemizdeki ekonomik zorluklar ve soyut olarak kabul ettiğimiz finans algısı olsa da, üretilen ürünlerin de rol oynadığını düşünüyorum.
Toplumlar seri üretime boyun eğdikçe, tek tipleşme yaygınlaşıyor. Üreticiler bu durumu fark ederek kişiselleştirilmiş ürünler sunmaya çalışıyor ya da en azından öyle olduklarını iddia ediyor. Ancak bu ürünler de zamanla yaygınlaştıkça özgün değerini yitiriyor ve yerine yeni “sınırlı üretim” ya da “premium” özellikler, hizmetler veya ürünler sunuluyor.
Kullanışlılık açısından bazı ürünlerin anlamlı bir yarar sunduğunu söylemek zor. Ancak tasarım dünyasında estetiğin bir araç olarak kullanıldığı açık. Çünkü seri üretimin tekdüzeliğinden sıyrılan, farklı görünen ürünler, daha iyiymiş gibi algılanıyor. Evet, bazıları büyük emekle üretilmiş olabilir, yine de çoğu zaman bu ürünler sanatsal bir ifade ya da kültürel bir etki yaratma amacı taşımıyor. Bunu biliyoruz
Demem o ki, estetik, bazen yalnızca bir sınıf göstergesi olabilir. Eskinin şık tasarımları, geçmişe veya geleneksel bir kimliğe işaret ederken, pratik ürünler toplumsal bir bağ kurabilir. Bu anlamda sadelik, yeni neslin anlayışını yansıtan bir tür kapsayıcılık sunabilir. Ancak dönemsel yeni tarzların ortaya çıkışı bu dengeyi zorlaştırabilir.
Öte yandan şunu göz ardı etmeyelim: Her ürünün görsel çekiciliğe ihtiyacı yoktur. Evet, estetik bir bağ kurmamızı sağlayabilir ancak özellikle zanaat ürünlerinde kullanışlılık ön plandadır. Örneğin, bir çalışma masasının köşelerinin pürüzsüz olması veya dokusunun pütürlü oluşu dikkat çekebilir. Fakat eşyalara işlevsellik açısından bakmak da gerekir. Bu masa, işlevini yerine getiriyorsa amacına ulaşmıştır. Bu yaklaşım duygusuz görünebilir ancak fonksiyonunu doğru yerine getiren bir eşya, kalitenin temel ölçütlerinden birini karşılar. Çoğu insan için görüntü ikinci plandadır ve insan anlayışı bu bağlamıyla da şekillenebilir.
Ürünlerin pratikliğine dair son bir noktaya değinmek istiyorum. Aslında üstteki son cümlemi de içerecektir. Görsel, sanatsal bağlamdaki hafiflik aynı zamanda hem kullanım amacını ön plana çıkaracaktır hem de minimalist yaklaşımla farklı bir estetiği doğuracaktır. Evet, bazıları sadelikten yanadır. Düzenli ve yalın bir görüntü çoğu zaman etkilidir. Üretimde estetik kaygıyı azaltmak, süreci kolaylaştırır ve ürünün kalitesini artırmaya odaklanmayı sağlar. Aşırı süsleme ve karmaşık tasarımlar, işlevselliği gölgeleyebilir.
Bunu ne kadar doğru bulacaksınız bilemem ama durumu gitgide bireyselleşen yaşamlarımıza da bağlıyorum. Doğum oranlarının hızla düştüğü, aile kavramının sönükleştiği ve kişisel hayatlarımıza odaklanmaya baktığımız yaşamlarımızda, bu türden görsel ifadeler yerini daha sade ve anlaşılır bir tarza bırakırken (bizi bilerek buna zorunlu bıraktıklarını belirttiğim) maddi kaygı gütmekten kaçındığımız ürünlere çekiliyoruz sanki. Zamanın ruhu şimdilerde bu şekliyle işliyor yani.
Son bir cümle olarak, tüm estetik kaygılar evrensel değildir, kültürel kodlara da bağlıdır. Bu da onları gayet göreceli olarak değerlendirmemize olanak sağlar. Fakat işlevsellik ve kullanışlılık insan bazında değerlendirilmeye tabii olduğundan neredeyse herkese aynı şekliyle hitap eder, evrenseldir.
Başlangıçta tek taraflı yaklaştığım bu konuyu derinlemesine ele alınca, içinde yaşadığımız dönemin etkisini de gözlemledim. Özetle, estetik bütünüyle zorunlu olmadığı gibi, pratiklik de tümüyle duygusuz değildir. Belki asıl mesele, bu iki eksenin kesiştiği nadir noktalarda yatıyordur. Elbette kişisel bakış açılarına göre farklı yorumlar ortaya çıkabilir ve bu da doğal. Böylece eksik kalan noktaları birlikte görebiliriz.
Comments