2025-Mayıs’ta İzlediklerim (4 Film-1 Animasyon)
- Sarnav
- May 21
- 9 min read
Mayıs’a hızlı bir giriş yaptım ve bahsedeceklerimin çoğunu ilk on gün içerisinde izledim. Yazdığım bu değerlendirmeler sayesinde yeni ayları iple çeker oldum. Etkiyi artıran bir etmen olarak görüyorum. Tıpkı kulüplerimizde okuduklarımız ve yazdıklarımız gibi. Şimdi hep birlikte inceleyelim.

Photo by Denise Jans on Unsplash
Mayıs Sineması
1. Flow (Bir Kedinin Yolculuğu)
Nisan’da izlemeyi unuttuğum bir animasyon filmiyle başladım. Oscar ödülü alan nadir animasyon filmlerinden biri olmayı başarmasıyla listeme girmişti. Vakit ayırmaktan ziyadesiyle keyif aldığım bir yapım oldu.
2024 yapımı bu animasyon filmi boyunca insanlaştırılmış karakterler yok; herhangi bir konuşma duymuyoruz. Adı gibi sadece hayvanların beraberliğinde olan bir akış var. Bizler de onların duygularını ve düşüncelerini okuyarak olan bitene anlam katmaya çalışıyoruz.

“Flow” Movie Poster - Image Source
Filmin başında ana karakterimizle tanışıyoruz. Diğer hayvanlarla etkileşimini görüyoruz. Özellikle köpeklerle olan kovalamaca sahnesiyle hız kazanıyor. Filmin konusunu bilmeden daldığım için ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. İki taraf arasındaki çekişmenin konu alınacağını düşünüyordum ama çok daha fazlası varmış, bunu görmekte de gecikmiyoruz zaten.
Nedeni anlaşılmayan bir şekilde devasa bir sel meydana geliyor. İnsanların artık bulunmadığı ve sadece geride bıraktıklarının yer aldığı bu diyarda, hayvanlar başının çaresine bakmak için yüksek noktalara kaçıyorlar. Fakat sel öylesine etkili ki dur durak bilmiyor. Bizim kedi de, o sırada geçmekte olan kayıktaki (önceden kaçtığı) köpeklerin yanına gitmiyor. Bir başka kayık çıkageldiğinde içinde bir kapibara ile karşılaşıyor. Sakin ve dost canlısı olan bu hayvanın kayığına atlayınca artık istemeksizin yol arkadaşı oluyorlar. Yine de kedi temkinli davranıyor çünkü o bir kedi.
Bu yolculuk süregiderken başka hayvanlarla karşılaşıyorlar. Bir lemur (aslında Türkçesi maki galiba), köpeklerin arasındaki en dost canlısı olan golden retriever cinsi bir köpek ve bir sekreter kuşu, türlü şekillerde bu yolculuğa dahil oluyorlar. Aralarındaki sessiz iletişimi izlemek ve anlamlandırmak tıpkı hayvan gözlemciliği yapıyormuşuz deneyimi sağlıyor. O anlarda animasyon filmi izlediğimizi unutuyoruz. Yapımcıların bunu iyi verdiğini düşünüyorum. Son olarak bir de, taşan sel ile birlikte ortaya çıkan ve antik olduğunu düşündüğüm bir deniz canlısı var. Ancak onun durumu biraz farklı.
Her ne kadar filmin sonundaki süreci pek kavrayamasam da, hayvanların birlikteliğine konuk olmak ve diyaloglara maruz kalmadan, doğal bir şekilde izlemek iyi hissettirdi. Yine de filmin bir buçuk saatlik uzunluğu da yeterliydi sanırım.
Ülkemizde 6A yani “6 yaş altı izleyici kitlesi ailesi ile izlenebilir” etiketiyle yer alan animasyon filmini kesinlikle herkese tavsiye ediyorum. “Ben de bu sıralar birkaç animasyon filmi izleyeyim diyordum,” diye düşünüyorsanız listenizin başına almaktan çekinmeyin. Hatta çocuğunuzla veya evcil hayvanınızla deneyimlemenizi öneririm.
7.9 IMDb puanı olan bu yapıma ben de temizinden bir 9-9.5 veririm. Sonunun daha ilgi çekici bir şekilde bağlanmasını yeğlerdim. Yine de, belki ben tam olarak idrak edememişimdir.
2. Equilibrium (İsyan)
Yaklaşık 15-20 senedir ertelediğim bir film. Nedeninden pek emin değilim ama bazı tahminlerim var.
Yayımlandığı 2002 yılı bana kalırsa film açısından biraz talihsiz bir durum ki benim bahanemi körükleyen de bu olabilir. Kaliteli filmlerin çıktığı dönemlerden biri olan bu yıllarda, dünyada özellikle Matrix ve Yüzüklerin Efendisi gibi müthiş üçlemelerin esamisi okunuyordu. Haliyle arada kalan, sessiz sedasız kaybolan ve değerleri yıllar sonra anlaşılan bazı filmler var. Film, hak ettiği değeri toplum nazarında buldu mu emin değilim ama benim gözümde kesinlikle buldu.
Distopik bir bilim kurgu örneği olan bu yapım aksiyon ve gerilimi de içinde barındırıyor. Başrolde ise Christian Bale var ki şahsen gözde aktörler arasında ilk onumda yer alır. Tabii bir de bulunduğu her filmde ölmesiyle ünlü olan Sean Bean ona eşlik ediyor ama rolü görece kısıtlı. Yine de tetikleyici etmeni o oluşturuyor.
Film aslında edebi anlamda bazı esin kaynakları üzerinden oluşturulmuş. İzledikçe, bilinen distopya romanlarından etkileri görmekte gecikmiyorsunuz. Benim de gözüme, duyguları uyandıran nostaljik eşyaları yaktıklarında Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” eserini, toplu beyin yıkama seanslarında George Orwell’in “1984” ve Yevgeni Zamyatin’in “Biz” eserlerini ve alınan uyuşturucu ilaç nedeniyle de Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya” ve Karin Boye’un “Kallokain” eserlerini hatırlattı tabii.

“Equilibrium” Movie Poster - Image Source
Sene 2072. İnsanlık, savaşları bitirme umuduyla duygularından arınmayı seçiyor çünkü duyguların çekişmelere, tartışmalara, uyumsuzluklara yer verdiği savunuluyor. Bu bağlamda propagandalar yapılıyor, dev ekranlarda tekrar eden konuşmalar geçiyor, kalıplaşmış cümleler beyinlere kazınıyor ve en önemlisi Prozium adındaki ilaç değiştirici rol oynuyor. Her birey, her gün, ilacı alma vaktinde işini bırakıp onu vücuduna zerk ediyor. Duyguların tekrar gelişmesini engelleyen, bir nevi duygusuz robotlar haline gelmeyi sağlatan bir zehir bu. Hatta aşağıdaki alıntı da onu iyice açıklıyor:
Prozium - Büyük uyuşturucu. Kitlelerimizin afyonu. Yüce toplumumuzun tutkalı. Merhem ve kurtuluş, bizi acıdan, kederden, melankoli ve nefretin en derin uçurumlarından kurtardı. Onunla kederi uyuşturuyor, kıskançlığı ortadan kaldırıyor, öfkeyi yok ediyoruz. Neşeye, sevgiye ve sevince yönelik bu kardeş dürtüler uyuşturulduğunda, bunu adil bir fedakârlık olarak kabul ederiz. Çünkü Prozium'u bütünleştirici gücüyle ve bizi yüceltmek için yaptığı her şeyle kucaklıyoruz.
John Preston (Christian Bale) yüksek derece bir rahip olarak bilinir bir konumdadır ve başarısı tartışılmazdır, toplumdaki örnek kişidir. Görevlerini göz kırpmadan yerine getirir ve bu uğurda kimi ortadan kaldırması gerekirse öyle yapar. Bir gün, görev arkadaşının bu hislerinden uzaklaştığını fark edince onunla da hesaplaşması gerekir. Arkadaşı ona, saklı olarak okuduğu kitaptan, William Butler Yeats’ten alıntı yapar. Devamında insani itiraflarda bulunur. Fakat o da herkes gibi cezalandırılır ve Preston onun işi bitirir. İlk değişim burada yaşanır.
Yer aldığı görevlerde onun da bir insan olduğunu ona zamanla hatırlatan, yer yer sorgulamalara sebebiyet veren kişiler ve nesnelerle karşılaşır. İnsanı insan yapan ve yapaylıktan ayıran dürtüleri yani duyulara hükmeden etmenleri sıkça deneyimler. Farklı kokular onu cezbeder, duyduğu bir Beethoven senfonisi onu titretir, küçük bir köpek yavrusunun ellerindeki varlığı ona merhameti hatırlatır. Preston değişmiştir.
Yaklaşık iki saate varan seyir zevki aksiyon sahnelerini de içeriyor. Rahip olarak belirttiğim Preston aslında hareket timleriyle olay yerine intikal eden ve silah, akrobasi ve yakın mesafe dövüş sanatlarının birlikteliğinden doğan bir koreografiyle ölüm saçan bir görevli. Kaldı ki bu da Matrix’ten kısmen aşina olduğumuz bir biçim olduğundan etkili hissettirmeyebilir ya da tümüyle saçma bulunabilir. Yine de varmak istediğim nokta, belirtildiği 7+ yaş etiketine uymayabileceği yönünde.
Filmin adı, kelime anlamı bakımında “denge” olsa da, “isyan” olarak çevrilmiş ki bana kalırsa böylesi uygun. Denge kelimesi burada anlamı vermekte zorlayıcı görünüyor şahsen. Yapıma dair farklı bir beklenti yaratabilir belki.
Son olarak puanlama meselesi: IMDb’de 355 bin oy sonunda 7.3 olarak görülüyor. Ben de 7.5-8 puan vermeyi uygun bulmuştum. Zamanında hak ettiği ilgiyi kesinlikle göremediğini düşünmeme karşın hakkında sürekli bahsedilecek bir film de olmayabilir. Türü sevenlere tavsiye eder miydim? Kesinlikle.
3-4. The Conclave (2006) / Conclave (2024) (Konsey)
Malumunuz papanın vefat haberi 21 Nisan’da verildi ve yeni papa da 8 Mayıs itibarıyla seçildi. Aslında alakamın olmadığı bir konu olsa da merak yaratan noktalar da yer alıyor tabii. Bildiğim bazı genel bilgiler vardı fakat detaya giriştim.
Mesela yaşamım boyunca 2005’te John Paul II, 2013’te Benedict XVI ve 2025’te Francis olmak üzere üç papanın vefat haberini alıp bir dördüncüsünün seçildiğini son haberlerden sonra merak edip inceledim de öğrendim. İçinde bulunduğumuz 3. milenyum / 21. yüzyıl boyunca seçilen papaların 267.si olmasının yanı sıra, bağlı oldukları kiliselerle beraber ne kadar karmaşık ve detaylı yapılarının olduğu okudum, aklım bulandı. Merakım istemeksizin pekişti ama okumayı bir kenara bırakıp, “bu durumla ilgili kesin film çekilmiştir,” diyerek sinemanın yolunu tuttum.
Haklıymışım. İlgi çeken bir konu olduğundan birkaç film var. Ben de 2006 ve 2024 yapımlarını izledim. Şaşırtıcı olan 2024 yapımı filmin 2016 yapımı bir kitaptan uyarlanma olmasına rağmen son papanın vefatından sadece aylar öncesinde gösterime girmesi. Ne tesadüf. Neyse komplo teorilerini size bırakıyorum.
Not: Filmleri izledikten sonra karşıma çıkan bir videoya göre, yeni seçilen papa seçim süresince nasıl davranacağını öğrenmek için ikinci filmi izlemiş.

“The Conclave” Movie Poster - Image Source
İki film de aynı ismi içeriyor çünkü papalık seçimi konseyin kararları doğrultusunda yapılıyor ve buna “conclave” deniliyor. Haliyle iki film de, papalık seçim sürecinin nasıl olduğunu işlemiş. Okuduğum kadarıyla bu süreç 2024 yapımı için neredeyse birebir denilen bir süreçte aktarılmış. İlk film için bunun nasıl olduğunu söylemek güç çünkü ikisi farklı tarihleri işliyor. İlk filmdeki karakterlerin hepsi, kayda geçirilenlerin birebir aynısı olacak şekilde ele alınmış. Yani vikipedi’yi izlemeden önceden ziyaret etseydim spoiler olurmuş.
2006 yapımı film neredeyse iki saatlik bir gösterim sunuyor ve sanırım çok bilinen bir film de değil. Konu olarak ise, Türklerin Konstantinopolis’i fethinden sonra (bu endişe birkaç kez vurgulanıyor ve film açıklamasında da yer buluyor), 1458 yılında seçilmesi gereken papanın oylanmasını ele alıyor.
Dürüst olmak gerekirse filmi ne beklemem gerektiğini bilmeden izledim. Yine bu senelerde yapılmış diğer tarihi/mitolojik kurgusal yapımlara benzer bir film bekledim. Fakat onların havasını alamadım. Çünkü bu gerçekçi bir anlatımı içeriyor.
Filmde genç bir başrol var ve kendisi hali hazırda vefat eden papanın akrabasıymış. Sanıyorum ki bu kontenjandan dolayı kardinal olabilmiş (işleyişin detayını bilmiyorum) Katalan bir kardinal olarak yer alıyor. Kişisel hayatıyla ilgili bazı sahnelerin konuyla ilgili bağını hiç mi hiç anlamadım. Hatta film sonunda geriye dönüp bakınca epey gereksiz buldum. Belki de ben bir şeyler kaçırdım emin değilim ama olmasalardı biraz daha iyi bir film olurdu buna şüphem yok.
Esas anlatı da zaten yeni papalık seçimindeki kızışmada yatıyor. Entrika dolu süreç burada. Seçim tarzlarının nasıl olacağını anlattıktan sonra (toplamda 4-5 farklı yol varmış) oylama tarzında karar kılıyorlar. Papalık seçimlerinde kardinaller dışarı çıkamıyorlar ve yeni papa seçilene kadar oylamaya devam ediyorlar. Bu her zaman böyle olmuş. Filmin tümü aslında teknik olarak kırmızı cübbeli adamların türlü oyunları, geçici tehditleri ve söz vermeleriyle bütünleşen bir rol yapma oyunu gibi adeta. Bazen durup düşündüm ve bunu komik buldum.
Komik bulduğum diğer nokta ise başrolün oyunculuğu. Aslında fena değil ama gereksiz bir rol gibi geldi bana. Çünkü filmi taşıyanın kesinlikle çekişme içerisinde olan iki kardinalin olduğunu söyleyebiliriz. Biri James Faulkner diğeri de Brian Blessed. İşin garip yanı, Bay Faulkner “Da Vinci’nin Şeytanları” dizisinde de Sixtus IV rolünü (bu filmde seçilenden iki sonraki papa, 1471) oynamış. Bir başka filmde de İsa’nın havarilerinden Paul’u oynamış.
İlk film hakkında çok fazla şey söylemek istemiyorum açıkçası. Konseyin atmosferi bence harikaydı. Tiyatral hava katan oyuncuların rolleri gerçekten izlenmeye değer. Ama filmle bağdaşmadığını düşündüğüm ve neden yer verildiğini anlamadığım birçok sahne ve oyuncu da mevcut. Bu yüzden IMDb’de sadece 758 kişinin oyladığı (şaşırdım açıkçası) filmin 6.5 olan puanına ben de 6-6.5 puan veriyorum. Yersiz ve +18 sahneler olmasaydı, ana rol değişseydi net bir şekilde 7-7.5 olurdu eminim ki.

“Conclave” Movie Poster - Image Source
Şimdi de güncel konseye bakalım. Bu defa tarihler orta çağ olarak adlandırılan dönemi değil, modern zamanları gösteriyor. Hatta okuduğuma göre filmin başında ölen papayı, o aylarda hasta olan ama henüz vefat etmeyen Francis üstünden ele almışlar. Komplo teorisi oluşturmak için bir etmen daha! Şaka tabii. Yoksa değil mi? Her neyse.
Politik drama, tarihi anlatı, gerilim kategorilerine sokabileceğimiz bu filmler arasında sevdiğim bu yapım oldu. Gayet anlaşılır tabii. Kamera açıları, renk kullanımı, anlatımın doyuruculuğu derken büyük fark yaratıyor. Ancak komik bulduğum nokta da teknolojinin konu içerisindeki kullanımıydı. Papalıkla ilgili her şey bana orta çağa aitlik hissini veriyor aslında ama uzaktan kumanda kullanmak, bilgisayardaki belgelere erişmek, yazıcıdan dosya çıkarmak sanki o anlık da olsa anlatıya garip ve gülünç bir durum katıyor. Yine de her iki filmi de kendi tarihlerini ele alarak izlediğimden önüne geçilmeyecek bir husus değil.
Bu defa, ilk filmden öğrendiklerimin ışığında izleyebildim. Çünkü arada 500 sene olsa bile, geleneksel olan toplumsal tavırlar büyük oranda değişim göstermeye meyilli değildir. Yine de bu çeşitlenmeyecekleri anlamına gelmiyor.
İki filmde de konuyu şekillendiren (muhtemelen gerçekte de böyledir) nokta, kardinallerin bağlı oldukları ülkeler. Özellikle ilk filmde sürekli vurgulandığını ve politik ifadelerin bu çerçevede çevrildiğini görüyoruz. Bu filmde ise olay kısmen şekil değiştiriyor. Çünkü tarih boyunca hem kardinallerin hem de papa adaylarının sayısı artmış durumda. Üstelik bunlar çok farklı ülkelerden kişiler. Siyahi bir adayın varlığı diğerlerine rahatsızlık veriyor örneğin. Avrupalı kavramı burada mevcut değil; İtalyan da ayrı aday İngiliz de. Ancak seçim ilerledikçe anlaşmalar farklı yöne savruluyor. Gitgide papalık unvanın gerektirdikleri unutuluyor. Dini değerlerin bütünlüğü ve milletlerden ziyade insanlığı düşünerek hareket etmenin vurgusu ilk filmde de yer alıyordu. Dini makamın en büyüğünde de insan yine insan: Çıkarcı, içten pazarlıkçı, kibirli, kırılgan.
Bu filmde bir-iki sürpriz var. İkincisini söylemeyeceğim. İlki, adı listelerde olmayan ve oylamaya dahil edilmeyen bir kardinalin çıkagelişi. Kendisi Meksikalı ve dünyanın tehlikeli olan noktalarında vazifesini yerine getirmiş. Önceki papa tarafından özel olarak tahsis edilen biri. Kimse tanımıyor ama yeni papa seçimi olunca orada bulunuyor. Bu karakteri de diğerlerinin çekişmesi, fikir alışverişi ve anlaşmaları süresince tanıyoruz. Böylece merak unsuru hangi adayın seçileceğinin yanı sıra onda da birikiyor.
Aktörlere değinecek olursak birçok kaliteli oyuncu olduğunu söyleyebiliriz. Başrol seçimi ise özellikle harika. Ralph Fiennes, Lawrence adlı bir kardinali canlandırıyor ve kendisi aynı zamanda konsey sürecini yöneten kişi. Onu “Harry Potter” serisinden Lord Voldemort ya da “Büyük Budapeşte Oteli” filminden M. Gustave olarak tanıyoruz.
Puanlamaya gelecek olursak… Doğal olarak film şu anda hiç olmadığı kadar gündemde. An itibarıyla 178 bin adet oylamaya sahip ve ortalama olarak 7.4 puan aldığı görülüyor. Ben de 7-7.5 arası bir puan hak ettiğini düşünüyorum. Aslında film boyunca, “bu tam 8’lik bir film,” diyordum ama sonda bir şeyler oldu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Sonunu beğenemedim. Benimle alakalı olabilir ama seyir zevkimi düşüren bir dönemece girildi.
Bu filmleri izler ve severseniz, henüz izlemediğim ama merak ettiğim iki yapım daha var.
Jonathan Pryce ve Anthony Hopkins’in oyunculuğundaki 2019 yapımı “İki Papa” (The Two Popes) adlı film. Diğeri ise, sık sık duyduğum bir dizi olarak, Jude Law ve John Malkovich’in bulunduğu “The New Pope” dizisi.
5. The Stardust (Yıldız Tozu)
Bu ayki kitap kulübü toplantımızda görüşeceğimiz kitabımızın filmini izlemeye karar verdim. İki üç sene önce izlemiş olsam da kitabı okurken yardımcı olması ve netlik kazandırması açısından tekrar seyrettim. İki saat öylece akıp gitti.

“Stardust” Movie Poster - Image Source
Usta yazarın kaleminden çıktığından mıdır artık bilemem ama oyuncular da bir hayli usta. Robert de Niro, Michelle Pfeiffer derken başroldeki gençlere gelemiyoruz bile. Onların da oyunculukları keyifliydi fakat saydığım isimler filmi taşıyanlar bana kalırsa. Sanki hiçbir oyuncu öylesine yer almıyormuş gibi hissettirdi izlerken. Her biri hakkını veriyor. Aynı zamanda, İngilizlerin kendine has ciddi iken aniden muzipleşen tavrı yer yer gülümsetiyor.
Konu olarak bir gencin aşkı için koşarken gerçek aşkı bulmasını izliyoruz diyebiliriz. Başlangıçta aradığı bu değildir ama tanıştığı kişiyle birlikte zamanla buna evrilir. Fakat onu arayan sadece Tristan (Charlie Cox) değildir; kral olmanın peşinde koşan lortlar, ölümsüzlüğe erişmek isteyen cadılar da işin içindedir. Birbirinden habersiz hareket eden ancak yer yer bir araya gelen tarafların çarpışmasına tanıklık ederiz. Ama bilirsiniz ki (kurgu öykülerde) iyiler ve aşk (neredeyse) her zaman kazanır.
Eğlenceli, fantastik, masalsı ve bana kalırsa kitapla çoğunlukla uyum sağlayan bir yapım Yıldız Tozu. O yüzden sözü çok da fazla uzatmaya gerek görmüyorum. 13+ olarak etiketlenmiş bu filmi sizlere tavsiye ediyorum.
IMDb’de 7.6 puan ile boy gösteriyor ve ben de 8 diyerek buna katkıda bulunuyorum.
Birbiriyle bağlantılı eserleri izlemenin ilgimi daha çok çektiğini fark ettim. Özellikle art arda izlemek, hangisi hakkında değerlendirme yapılacaksa başka ve makul noktalardan ele almayı mümkün kılabiliyor diye düşünüyorum. Yanı sıra, kitap uyarlamaları için yapılanlar da benzer şekilde inceleme şansı tanıyabiliyor. Sizce de böyle mi?
Haziran’da da benzer bir performans sergileyip tercihen izlemediğim ya da tümüyle unuttuğum yapımlara yer vermek istiyorum. Okuduğunuz için teşekkürler. Görüşmek üzere.







Comments