top of page

2025-Kasım’da İzlediklerim (4 Film-1 Animasyon)

  • Writer: Sarnav
    Sarnav
  • 5 days ago
  • 11 min read

Selamlar herkese. Yılın bitimine çok az kaldı, 2025’in son filmlerini izliyoruz! Bense kısıtlı internet erişimimden dolayı televizyonda çıkanlarla yetinmekle başladım. Fakat hemen ardından istediklerimi izlemeden yapamadığımı fark ettim. Onlardan biri de bu ayki film kulübümüzde yer verdiğimiz yapımdı. O halde hemen başlayalım.


ree

Photo by Vijetha Y C on Unsplash


Kasım Sineması

1. Imitation Game (Yapay Oyun/Enigma)

Uzun zaman sonra televizyonda bir film izledim sanırım. O da, seneler önce izlediğim bir film oldu. Kanalda “Yapay Oyun” adıyla veriliyordu, IMDb sitesindeki Türkçe “çevirisinde” ise “Enigma” diye geçiyor. Her ikisi de gayet filmin akışına uygun düşüyor.


2014 yapımı filmin başrolünde iki harika oyuncu bulunmakta: Benedict Cumberbatch (Sherlock ve Doctor Strange karakterleriyle tanıdığımız, ismi zor olan aktör) ve Keira Knightley (onu da önceden izlediğim “Kefaret” [Atonement] gibi dönem dramı alt türündeki yapımların başrolünde görmeye alışkınız).


ree

“Imitation Game” Movie Poster - Image Source


Bu film de aslında bir dönem anlatısı (İkinci Dünya Savaşı) fakat konu açısından esasen biyografik bir eser. Çünkü Cumberbatch, Alan Turing’i canlandırıyor. Zeki bir matematikçi, zorlu bulmacalara ve saklı şifrelere ilgili. Bu ilgisinin getirdiği tecrübelerle beraber de sonrasında bilgisayar biliminin öncülerinden olmayı başarıyor.


İkinci Dünya Savaşı esnasında İngiliz istihbaratı bazı hamleler yapma peşindedir. Amaç, savaş sürecinde daha üstün bir konum yakalamak için Almanların iletişiminde olan biteni kavramak ve onların enigma adını verdiği şifreli mesajlaşma yöntemini çözmektir. Kırılamaz gözüyle bakılan ve dâhiyane bir yöntem olarak nam salan bu haberleşme yöntemine ket vurmak için İngiltere’nin alanındaki en iyileri bir araya toplanır. Bunlardan biri de elbette Turing’dir, zira zekası dikkat çekicidir. O ise, kendi gibi düşünen ve ona yardım edebilecek kişileri toplayarak hareket etmekten yanadır. Bu sırada, getirmek istediği çözümü de devlet görevlileri ile paylaşır. Amacı, ele geçirilen her mesajı tek tek kırmaktansa, onu kırabilecek bir makine inşa etmektir. Fakat bu konuda kimse onun kadar heyecanlı, ümitli, sabırlı ve bilgili değildir. Hepsinden öte, bu dönemde çok farklı gözle bakılan bir yönü vardır ki bu da onun kripto misali saklamak zorunda kaldığı karakterinin parçasıdır.


Filmin konusu gayet anlaşılır görüldüğü üzere. O yüzden ilk seyrimden beri önemli noktalar aklımda kalabilmiş. Ancak sürecin aktarılması ve inşa edilme biçimi hakkında merak ettiriyor. Ekrana kilitlenebiliyorsunuz. Bu yüzden de akıcılığı sayesinde iki saatlik film, bir saat kadar sürüyormuşçasına kısalıyor.


Görsel anlamda posterinden ya da Turing hakkında bahsettiklerimden ötürü saf bir bilim kurgu hissi uyandırıyor mu bilmiyorum ama pek böyle denemez. Bunu da son bir ekleme olarak koyalım. Sürpriz kaçırmaması adına da ana karakterin sırrıyla ilgili yorumda bulunmuyorum.


Toplamda 865 bin kişinin yaptığı oylama sonucunda IMDb puanı 8.0 olan bu filme ben de temiz bir 7 puan veriyorum. İlk izlediğimden sonra değerlendirseydim sanırım 8 verebilirdim ama üstünden filmin de üstünden on sene geçince algılar, zevkler, beklentiler bittabi değişiyor ve çeşitleniyor. Yaş kısıtlamasını 7+ şeklinde belirtse de özellikle savaş temalı filmlerde 13+ etiketinin kabul görmesini daha doğru buluyorum. Yanlış düşünüyorsam yorumunuzu ekleyebilirsiniz.


2. The Ultimate Gift (Son Hediye)

Bu ay televizyonda denk gelip izlediğim diğer film de bu yapımdı. Kanalda “Son Armağan” başlığıyla verilirken IMDb’deki çevirisinde “hediye” sözcüğüyle değiştirilmiş. Çok bir değişiklik olmasa da resmi kabul edilen son bir başlık var mıdır bilmiyorum. Belki de kanallar bunu esnetmede sorun görmüyordur. Muhtemelen ikincisi daha doğru diye düşünmekteyim. Çünkü çocukken garip veya basit (”Savaşçı”, “Yarış”, “Kaçış” gibi) kelimelerle donatılmış ve akşam haberleri öncesinde yayımlanmış yapımlara denk gelirdik. Yine de bu film tam olarak böyle bir filmdir demek doğru olmaz.


2006 yapımı filmin üstünden 20 sene geçse de görüntü kalitesi çok iyiydi. Oyuncularını ise tanımıyorum. Zannediyorum ki, yerel anlamda tanınır ve sevilir oyuncular. Bilirsiniz, bazen rol alanlar hakkında fikrimiz olmaz ama eseri de fena bulmayız. Benim için böyle bir tanesiydi.


ree

“The Ultimate Gift” Movie Poster - Image Source


Afişin kısmen ele verdiğini düşündüğüm filmin konusu tahmin edilebilir. Çerez diye hitap etmek ne kadar doğru emin değilim ama bu film, duyguları harekete geçiren, edebi anlamda bir iddiası olmayan, ailecek izlenebilecek, gündelik olarak tüketilebilecek türden. Bu tarz filmler sanki eskiden fazlaydı da gitgide azaldı. Herkese hitap eden bu filmlerin de varlığı önemli. Fazlaca üretilsinler demiyorum ama hiç bulunmamaları da eksiklik.


Buraya kadar lafı biraz da dolandırdım; hakkında biraz fikir yürütün istedim. Zengin bir iş adamı, vefatından sonra yüklü mal varlığını torununa bırakmak ister fakat bu genç “pişmiş” birinden ziyade henüz “hamdır”. Bunun farkındalığıyla ona birtakım görevler bırakılır. Öyle ki bunlar onu daha iyi biri yapacak tarzda sorumluluklardır. Bu esnada hayatına, değer verdiği bazı insanlar girer. Bunlardan en önemlisi de bir çocuktur. Sanırım devamını tahmin edebiliyorsunuzdur, iyilik kazanır ancak dramatik bir sahne her zaman vardır. Umuda giden yolda bazen kötü durumlarla karşılaşılır.


22 bin kişi oylamış bu filmi. IMDb puanı ise ortalama 7 olmuş. Ben de saydığım nedenlerimden ötürü klişe bulduğum bu filme 5.5-6 puan veriyorum. Sözün özü, fena değildi; zaman kaybı demeyi de şahsen pek doğru bulmuyorum ki bunu neredeyse hiç söylememişimdir. Orta şekerli diye bir tabir vardır. Aileyle izlenirse görece verimli ve duygulu olacağını vurgulayabilirim. 7+ çocuklarla izlemek için ideal.


“Zurnanın zırt dediği yer”den merhabalar. Çetrefilli bir eser var karşımızda. Üçüncü kez izlediğim bu kurgu gerçekten de sıra dışı. İlk izlediğim zamanı hatırlamıyorum ancak hiçbir şey kavrayamadığıma eminim. İşin garip yanı, yakın geçmişte (iki sene kadar olmalı) ve henüz bir-iki hafta önce izlediğim filmi anlamakta yine zorlandım. Yani diyoruz ya, bazen filmleri geçen yılların ardından tekrar izleriz ve başka hislere kapılır, farklı renklerini benimseriz diye, bu film biraz bunun dışında kalıyor bence.


2001 yapımı film iki saat olmasına rağmen durağanlığı ve konuların işlenişi bakımından süresini aşıyor havası veriyor. Oyunculardan bahsedecek olursak, ana karakterimiz Donnie’ye can veren aktör yakışıklı ve başarılı Jake Gyllenhaal (Evet, bir diğer söylemesi epey karmaşık soy ismine sahip biri). Bunun dışında bazı bilindik isimler mevcut. Kardeşi Maggie Gyllenhaal bir yana, yakın geçmiş dönemin tanınır oyuncularından Patrick Swayze ve Drew Barrymore (”Charlie’nin Melekleri”nden hatırlayabilirsiniz) da yapımda kendine yer buluyor. Hatta öyle ki, yer bulmakla kalmıyor, çok düşük bütçeli bu filmin çekilmesinde başta Barrymore ön ayak oluyor ve devamında rica minnet rol alan Swayze ses getirmesini sağlıyor.


ree

“Donnie Darko” Movie Poster - Image Source


Konusuna değinirken bazı açıklamalarla pekiştirmek ve anlaşılır kılmak istiyorum. Detaylara değinmeyecek olsam da, merak edip izlemeyi düşünenler aşağıdaki kısmı atlayabilir.


Sürpriz kaçıran açıklama içeren alan.


Donnie (Jake Gyllenhaal bu filmde 19 yaşında) adlı genç uyurgezerdir ve evinin çatısına düşen uçak motoru aslında onu öldürmesi gerekir. Evrenin olağan akışı budur. Ancak beklenen olmaz.


Kopma ta en başında yaşanınca olmaması gereken bu zamansal sapma, farklılıkları doğurur. Zihinsel problemler de yaşayan gencin bu sürece (ölümüne) geri döndürülmesi için Frank adlı, tavşan kostümü giyen birisi ona “yardım” eder. Filmin afişine de konu olan bu karakter yapım boyunca ara sıra sahneye girer çıkar ve Donnie’nin kişiliğine pek de oturmayan aksi davranışlarda bulunmasını sağlar. Tüm amaç, çivisi çıkan kozmik sistemin raylarını yerine oturtmaktan ibarettir. Onunla etkileşime geçenlerse ana karakterimizin bu yola tekrar girişine istemsizce aracılık eden yan çizgilerdir.


Sürpriz kaçıran kısım bitti.


Öyle görünse de korku ögesi içeren bir yapım denilemez Donnie Darko için, burası kesin. Fakat psikolojik gerilimi mevcut. Zamanda yolculuk esaslı, bilim kurgu soslu, bol gizemli karışık bir çorba. Karışık olmasının sebebi bunların bir araya gelmesi değil, konunun işlenişi. Derin olmasa da farklı felsefi görüşlerin görünürde olan (ve olmayan ancak mümkünse sonraki izlemelerde anlaşılabilen) sembollerle birleşimi kurguyu bulamaç haline getirebiliyor. Sanki akla gelen her malzeme biraz biraz içine eklenmiş de yeni bir tarif denenmiş gibi. Lakin çıktı her zaman istediğimiz tadı vermeyebiliyor. Biz de film kulübümüzde eleştirel yaklaşımımızla beraber görüşmemizi tamamlamıştık.


Öte yandan belirtmek gerek ki, yeni tatlara açık izleyiciler de var. 24 sene öncesinde sinema sektöründe bu tema gitgide popülerleşmeye başlarken aralarından bir şekilde sıyrılabilmiş durumda sonuçta. Hatta, bence, hâlâ karşılaştırma yapabileceğim bir film ya yok ya da ben denk gelmedim (Bilenler tavsiyelerde bulunursa filme dair görüşüme katkıda bulunabilirler, teşekkürler). Bu da aslında (illa ki yüceltmek anlamında demiyorum ama) bir eksiklik. Zira yeni yorumlar yapmamızı engelliyor.


Bunun dışında, üstünde fazlaca konuşulabilir bana kalırsa. İçerdiği detay konular hakkında tartışmalar yapılabilir. Buna müsait bir film. Üstünkörü izlenip geçilmesini yetersiz buluyorum. Fakat senaryoyu baştan kaçıranların iki saat boyunca ekrana boş boş bakması da pek olası. Bunu da anlayışla karşılıyorum. Çünkü film, bahsettiğimiz gibi, buna da müsait.


Araya sıkıştıracağım önemli bir açıklama, filmin iki sürümü mevcut: Yayımlanmış Hâli (Theatrical Cut) ve Yönetmen Kurgusu (Director’s Cut). İkisi arasında belirgin farklar bulunduğunu okudum. Sevenlerine ek bir bilgi olsun istedim.


897 bin oy sonucunda ortalama puanı tam 8.0 olan Donnie Darko’nun kafa karıştırıcı ve hüzünlü serüvenine ben de 7-7.5 puan vermeyi doğru buluyorum. Şahsen “yiğidi öldür hakkını ver” diyeceğim tarzda bir seyirdi benim için. 13+ etiketi bulunsa da 18+ şeklinde hareket edilmesini tavsiye ederim. İkinci bir filmi var (izlemedim) ancak ondan bahsetmeye hiç gerek yok. Bakın öyle ki, en sonda tek cümlede açıkladım, bitti.


4. Frankenstein (2025)

“Frankenstein ile ilgili bir yorumunu okuduğuma yemin edebilirim!” diyenlerdenseniz eğer, tebrikler, kazandınız. Hatırınızdaysa, geçen ay izlediklerim arasına bir bilgi sıkıştırmıştım ve Guillermo del Toro imzalı Frankenstein’ı iliştirmiştim.


Ekim sonunda, yazımı yazdıktan sonra, 1994 yapımı Frankenstein’ı izleme kararı aldım. Aynı zamanda kitap kulübümüze konuk olan bu Mary Shelley romanının ardından, yeni halini de sıcağı sıcağına deneyimledim. Böylece kafamda bir karşılaştırma yapma imkanı bulabildim. Kaldı ki yönetmeni tanıyanlar da, eminim ki, meraklı ve heyecanlı bir bekleyiş içindeydiler.


Hemen oyuncularla başlayalım. İddialı yönetmene ünlü oyuncular yakışır demişler herhalde ve “Dune” ya da “Ex-Machina” filmlerinden anımsayacağınız Oscar Isaac’i kadronun başına oturtmuşlar. Kendisi Doktor Viktor Frankenstein’ı canlandırıyor. Bence iyi bir oyunculuğu var, hakkını vermek lazım. Bu zamana kadarki yapımlarda bize verilen Viktor tipini de iyi oturtmuşlar. Ancak farklılıklar da göze çarpmıyor değil, satır aralarında değineceğim. Bunun yanı sıra ilk başta emin olamadığım ancak sonradan fark ettiğim, Christopher Waltz da yardımcı rolüyle yer alıyor. Onu izlemesi her zaman zevkli ama burada öyküye önemli katkısı var diyebilir miyiz, yoruma açık. Yine de Viktor’un kişiliğini anlamamıza etki eden bir karakteri canlandırıyor.


Önemli iki rol daha var. Biri gereksizce baskın çıkıyor, onunla başlayalım. Elizabeth, aslında Viktor’un hoşlandığı kişi ancak bu filmde akrabası William Frankenstein ile düğünü oluyor. Mia Goth adlı bir aktris hayat veriyor, kendisini tanımıyorum. Mimikleri çok kısıtlı hissettirdi. Acaba yönetmenin istediği bu muydu diye düşündürdü. Diğer önemli rol ise elbette canavarın kendisi. (Ya da varlık mı demeliyiz?) Tanımadığım bir diğer oyuncu olan Jacob Elardi tarafından oynanıyor. Bana kalırsa, yapabileceğinin en iyisini yapmış. Bir canavarı oynamak muhtemelen zor olmalı. Ama öyle hissettiriyor ki üstesinden gelebilmiş.


ree

“Frankenstein” Movie Poster - Image Source


Frankenstein’ın ne anlattığına değinmeyeceğim elbette. Fakat hakkında onca yapımı bulunan bu edebi eserin neden tekrar tekrar ele alındığı konusunda fikir yürütecek ve bu filmin farklı yanlarını belirteceğim. Doğal olarak edebi eser açısından olmasa da bu film özelinde sürpriz kaçıran noktalar bulunacak. Buna göre okumanızı öneririm. O kısım geldiğinde belirteceğim.


Olumlu-olumsuz bulduğum yanlardan ayrı ayrı konuşmaktansa hepsini tek bir potada eriteyim. Öncelikle del Toro, görsel anlamda şahane iş çıkarmış. Renklerin kullanımı, sahneyle birleşimi, duygulara göre değişen açık ve koyu tonların yakıştırması iyice harmanlanmış, uyumsuz hissettirmiyor. Yanı sıra, sembol kullanımı (süt, ateş, böcek vs.) ilk bakışta anlaşılır bulunmayabilecek türden psikolojik çıkarımlar açısından önem arz ediyor. Fakat öykünün özünde çokça değişiklik var.


Sanırım bu hususta esas konu, dönem dönem çekilen, yüzyıllar öncesinden günümüze aktarılan ve senaryo bağlamında benzerliklerden sıyrılma gayesi güden yapımların nasıl “olması gerektiği” ya da gereklilikten ziyade izleyicide nasıl bir anlayış uyandırdığıdır. Çünkü eserin anlatısı esasında tek iken uyarlamalarda bu hep çeşitlidir. İzleyici bunu olduğu gibi mi almak ister yoksa farklı bir yönüyle mi görmek ister? Zaten bunca yapımı olan eserin değişik fikir ve hayal gücü, yeni ve gelişmiş teknolojiler veya dönemin algısı gibi diğer etmenlerle harmanlanmasını mı ister? Buna ne derece tahammül edebilir? Hiçbir zaman tam anlamıyla cevap bulamayacak soru yığını arasından del Toro da, şaşırtmayan bir şekilde, kendi senaryosunu geliştirmiş durumda.


Kesinlikle sürpriz kaçıran bilgiler içeren kısım burada başlamaktadır.


Her şeye değinmeyeceğim elbette ama başlangıçta Viktor’un çocukluğunda annesini çok sevdiğini ve babası rolündeki başarılı oyuncu Charles Dance’in onu doktor olmaya yönlendirdiğini görüyoruz. Annesinin kaybı ile sevmediği ve zorla öğretilen mesleğe sıkı sıkıya sarılıyor, alanında başarılı oluyor. Nitekim akademik camiada canlılık faaliyetleri hakkında yaptığı bir sunum sonrasında, benzer düşüncelere sahip biri (ki Christopher Waltz burada Harlander karakteriyle devreye giriyor) ona hem bilimsel atılımında hem de finansal zorluklarında yardımcı oluyor. Böylece ana süreç başlıyor.


Canavarın yaratım sürecini “keyifle” izledim. Grotesk olması gereken bu sahneler zaten del Toro’nun uzmanlık alanı. Başlangıçtaki en önemli nokta ise, Viktor ve yarattığı canavarı arasındaki ilişki. Kilit nokta burası. Romanın aksine, zincirlediği (bir diğer metafor) canavarla birlikte bir süre yüz yüze iletişimdeler. Aslında canavar, bu tek taraflı ilişki esnasında sadece sahibinin ismini bilmektedir. Viktor ise baskın ruh haliyle ondan tiksinir, hor görür, kötü davranır; onun varlığına gitgide dayanamaz olur. Hayalinin başarısızlıkla sonuçlandığını düşünür. Devamında, bir nedenden ötürü şatoda bir patlama yaşanır; Viktor tek bacağını kaybeder, canavar ise oradan güç bela kaçar ve doğayla ilk defa iç içe yaşamaya başlar. Unutmadan, bu canavarımızın benzersiz bir özelliği var: Ölümsüz. Evet.


Romanda küçük yaşta ölen (öldürülen) William bu defa büyümüştür ve Elizabeth ile evlenmektedir. Genç kadın, patlama yaşanmadan önce Viktor’un zindanında, gözden uzakta tutulan bu canavarı görmüş ve ona anaç tavırlarla yaklaşmıştır. Her iki karakterin de gelişiminde önemli ama garip bir bölüm burası bence. Elizabeth’in ona haddinden fazla bağlanmasına gerek var mıydı, soru işareti. Kaldı ki Viktor’un da davetliler arasında bulunduğu düğün gününde romandaki gibi ölen genç kadının katili bu defa canavar değildir.


Kitapta canavar Viktor’un baş belası, kabusu olmaktayken burada tam tersi bir arayış sürmekte. Canavar sanki daha iyi huylu gösterilmiş. Bunu kesinlikle söyleyebilirim. Esas canavarın ise Viktor olduğu çok geçmeden anlaşılıyor. Avlamak için peşine düşen, biraz da zorunlu kalan, o oluyor.


Kitabı biliyorsanız tüm bunların kutupta çakılı kalmış bir geminin kaptanına anlatılan anılar olduğunu biliyorsunuzdur. Başı-sonu böyle olan romandaki gidişata aynen uyulmuş. Tabi yine kendince yer alan değişiklikleri doğrultusunda.


Tamam bundan sonra gizlimiz saklımız yok. Okumaya devam edebilirsiniz.


Bu yıllara uygun düşen bir sinema eseri bence. Yani kitapla alakası olmayan seyircinin rahatlıkla ve severek izleyeceğini düşünüyorum. Sonuç: Şık bir mizansen. Uzun bulanlara ise sözüm yok. Sanatsal ifadeler ve atıflar pek hoştu. Bazılarını kesinlikle yakalayacaksınızdır. Fakat uyarlama konusu bahsettiğimiz ikircikli yapıyı içinde barındırdığından ötürü eleştirilere sık maruz kalıyor, olumsuz yorum katılabilecek bir yer mutlaka bulunabiliyor. Üstüne üstlük değişen senaryonun ağırlığı da yönetmenin omzuna biniyor. Yine de bunu bilerek üretiyorlar kendi sanat eserlerini. Sözün özü, bu çok keskin bir açıklama olacak belki ama, uyarlama olan herhangi bir sinema eserinin 10 puan alabileceğine asla inanmıyorum.


İki bölüme ayrılarak iyi iş çıkarılmış filme şaheser diyemeyeceğimiz gibi yerin dibine sokmak da mantıksız geliyor (Ben ve politik cevaplarım). Bu yazıyı yazdığım an itibarıyla 50 binin biraz üstünde oylamayla 7.6 puan alan esere ben de 7.5 vermiştim.


Farklı bir bakış olarak şunları ekleyeyim: Oy oranlarının ve ortalama puanların ülke bazında bölünmelerini inceleyebiliyorsunuz. Paylaşıyorum, belki yorumlamanıza katkı sağlayabilir. IMDb sitesinde oylama yapanlardan ABD, Birleşik Krallık, Almanya, Kanada ve Türkiye oranları şöyle olmuş:


  • ABD’den 18000 civarı kullanıcı oylamış, ortalama puan 7.8

  • Birleşik Krallık’tan 6800 civarı kullanıcı oylamış, ortalama puan 7.5

  • Almanya’dan 2700 civarı kullanıcı oylamış, ortalama puan 7.3

  • Kanada’dan 2600 civarı kullanıcı oylamış, ortalama puan 7.8

  • Türkiye’den 2000 civarı kullanıcı oylamış, ortalama puan 7.5


İki buçuk saatlik bu yapım için 18+ olduğunu söylemeye gerek yok. Araya çok vakit koyamayacaksanız iki kısımdan oluştuğunu belirttiğim filmi bölüp izleyebilirsiniz, tercih sizin. İzlerken ikinci bölümün hızlı aktığını fark ettim, aklınızda bulunsun.


5. Kiki’s Delivery Service (Küçük Cadı Kiki)

Bu ayın animasyon filmi Küçük Cadı Kiki oldu. İlkgüz olarak yarın görüşmesini yapacağımız eserin bir de animasyon filmini izlemek istedim. Dört-beş sene evvel izlediğimi hatırlıyorum. O zaman da neşeyle izlemiştim şimdi de aynısını yaşadım.


1989 yapımı olmasına rağmen kaliteli bir görünümü var. Ruhu da o zamanların canlılığını taşıyor. Bunun ardında yatan en büyük sebep elbette Japonya’nın animasyon sektöründeki tartışmasız gayretleri ve emekleri. En bilinir olanı Hayao Miyazaki’nin “Studio Ghibli”si şüphesiz. Bu da onun elinden çıkma bir tanesi. Eserin asıl sahibi ise Eiko Kadono. Altı kitaplık serinin ilk üçü dilimizde mevcut. Çocuklarınızla okuyup izleyebileceğiniz hoş bir eser.


ree

“Kiki's Delivery Service” Movie Poster - Image Source


Bu on üç yaşına gelince kendini tanıması için evinden ve ailesinin yanından ayrılması gereken küçük bir cadının öyküsü. Cadı Kiki ve her cadıya yaraşır siyah kedisi ve yoldaşı Jiji, evden ayrılınca bu deneyimi yaşayacağı bir kasaba arayışına girerler. Bulduğunda önce insanları tanımaya başlar, evindeki yaşamının aksine sosyal yaşamdaki farklılıkları da zamanla öğrenir.


Bu süreçte ona yardım eden fırıncı Osono sayesinde kalacak yeri ve işi olur. Zamanla, cadı yeteneklerinin kullanışlılığı sayesinde ulaşımı hızlı bir kurye olabileceğini kavrar. Getir-götür işleri esnasında birçok kişiyle tanışır, onların hayatlarına dahil olur, halk şimdilerde bir efsane haline gelen cadı Kiki’ye ısınır.


Her zaman işler yolunda gitmez elbette. İnişli çıkışlı olaylar yaşanır ancak bir şekilde gerek tek başına gerek başkalarının yardımıyla üstesinden gelir ve öğrendikçe öğrenir. Kasabaya ve insanlara alışırken görürüz ki bu bağ tek taraflı değildir. Kiki başarmıştır.


Pek sevimli bu anlatı, özellikle Japon animasyonlarını sevenlerin çoktan izlediğini düşündüğüm bir tanesi. Studio Ghibli denildiğinde akla ilk gelen başlıklardan biri değildir ancak bunun nedeni sevilmemesinden kaynaklanmaz. Diğerlerinin zamanla daha çok reklamının olduğunu ve öne çıktığını düşünüyorum, o kadar. Yoksa aşağı kalır çizimleri, sahneleri ya da anlatısı yok. Belki bu animasyon eserinin diğer yapımlara kıyasla daha az fantastik olduğundan ötürü böyle bir durum oluştuğunu söyleyebiliriz.


Bu tür animasyonları aynı zamanda iyileştirici, hoş duygular uyandırıcı ya da rahatlık/sakinlik verici olarak da adlandırıyorlarmış. Japon felsefesindeki “durgunluğun” öneminin animasyon sektöründe manzara gösterimleri ve yavaş sahne geçişleri sağlanarak aktarıldığını biliyorum. Edebiyattaki “healing-fiction” dedikleri türe benziyor sanırım. Ama bunlar yeni adlandırmalar mı o denli detayını bilmiyorum.


Herkesin izleyebileceği bu animasyon filmi yaklaşık iki saat sürüyor. IMDb’de 183 bin kişi oylamış ve ortalama olarak 7.8 puan almış. Benim puanım da 8. Tavsiye etmekle beraber bu şirketin elinden çıkan diğer filmlere de vakit ayırmanızı isterim.



Vay canına! Bu kadar da izleyeceğimi ve yazacağımı tahmin etmiyordum. Yine de fena durmadı sanki. Peki siz bunların arasından herhangi birini izlediniz mi? İzleme listenizde benzer yapımlar yer alıyor mu? Değerlendirmelerim arasında karşıt fikir sunmak istediğiniz nokta mevcut mu? Paylaşmak isterseniz lütfen yorumlarda belirtiniz. Aralık yaklaşırken onun atmosferine ve ruhuna uygun filmler de önerebilirsiniz. Yılbaşına bayılıyorum!

Comments


Let Me Know What You Think

Thanks for submitting!

© 2023 by Sarnav. Powered and secured by Wix

bottom of page