Aceleye Gerek Yok
- Sarnav
- 3 days ago
- 5 min read
Sakince tüketiniz.
Dünyanın hızla değiştiğini biliyoruz ama insan da bir o kadar hızlı değişiyor. Hızlı ve pratik yemekleri tercih ediyoruz, kısa yoldan kazanç peşindeyiz. Dinlediğimiz şarkılar hız kazanıyor, işler kısalıyor ya da bir an önce bitirilsin diye uğraşılıyor. Çabuk hareket etmek ve amansızca tüketmek istiyoruz. Üstelik bu tüketim, olumlu ya da olumsuz her türlü konuda geçerli.
“Ne bu telaş, bu acele, arkadaş!” diye içimizden geçiriyoruz ama hepimiz bunun parçasıyız. “Herkes böyle” demek değil mesele; hepimiz böyleyiz. Yaşamımız buna evrildi. Özellikle şehir hayatı içinde çırpınanlar bunu çok iyi biliyor. Köy hayatını tecrübe ettiğimiz yaz tatillerinde her şeyin ne kadar sakin ve sessiz olduğunu, oradaki anların bir film sahnesi değil de bir tabloya bakarmışçasına durgun aktığını daha iyi kavrıyoruz.
Konuyu “bir şeyleri kaçırma korkusu”na bağlamayacağım; o da elbette bunun bir parçası ama asıl anlatmak istediğim başka. Bunu en sonunda okuma eylemiyle bağdaştırıp bitireceğim.
Geçmişe dönüp baktığınızda hatırlarsınız, “fast food” kavramıyla tanıştık ve bir zamanların en havalı kelimelerinden biriydi. Genç yaşlı herkes öğrenmişti. Zincir markalar bizi ele geçirince bir parçamız oldu, kopamadık. Parazit gibi yapıştılar. Harika mutfağı olan bir kültürden bile parça koparmayı başardılar. Kapitalizmin küresel ölçeği büyüdükçe ne bizimle sınırlı kaldı ne de belli başlı birkaç şehirle.
Peki amaç neydi? Hatırlayın, başlangıçta “ayak üstü atıştırmak” değildi. İnsanlar şık kıyafetlerle gider, buluşmalar oralarda yapılırdı. Öncelikli özelliği bir marka oluşuydu, havası vardı. Zamanla alışkanlık ve pratiklik öne çıkınca gerçek anlamı yüzeye çıktı. Hepimiz hızlıca bir şeyler yeme eylemini normalleştirdik. Oysa şimdi ne diyoruz? Yemeği yavaş ye; önce kokla, iyice çiğne, hazmet. Afiyet olsun.
Yemek yemek en gerekli, önemli, gündelik ve insani eylemlerden biri. Bunun fırsatçılığı bize bu yeni kavramı ve alışkanlığı zorla öğretti. Ama iş bununla bitmedi: Araçlar hızlandı, işler hızlandı, insanlık hareketlendi. Artık geç kalmama vaktiydi. Çünkü geç kalmak daha az kazanmak, başarısız olmak, geri kalmak demekti. Hep böyle değil miydi zaten? Panik, kaygı, endişe.
Haliyle hayatımızı kendimizce hızlı yaşamaya başladık. Yürüyüşümüz bile hızlı. “Sallanma hadi!” diyen arkadaşınıza yavaş yürüme isteğinizi açıklamak zorunda kalıyorsunuz. Yoldan geçenler süratli, herkes bir yere yetişme telaşında. Yürümekle bitmiyor; sürmek de aynı. Araç fark etmiyor. Herkes koşturmaca derdinde. Geç kalmak, yavaşlamak günah gibi. Saniyesi dolmadan korna çalıyorlar.
Bu gerginlik ve sinir harbi doğal olarak bedenimizde yankı buluyor. Psikolojik açıdan kendimizi aşırı hırpalıyoruz. Bunu bir anda yapmadığımız için fark edemiyoruz, fark ettiğimizde ise normal buluyoruz. Sadece başkası yapınca dikkatimizi çekiyor, bize dokunursa sinirleniyoruz. Acele edenler acele etmeyenlere, acele etmeyenler acele edenlere kızıyor. Halbuki her biri farklı zamanlarda aynı. Döngü böyle. Trafik bunun en iğrenç örneği.
Evet, “hızlanmak” artık içgüdüsel bir durum. Özellikle bizim gibi karmaşası bitmeyen, yüksek perdeden yaşanan, gürültülü gündemleri olan bir ülkede hız kazanmak şart. Çünkü her konuda rekabet var; bazen üstü kapalı, bazen bal gibi ortada. Yavaş olamazsın, yoksa kaybedersin!

Photo by Jahanzeb Ahsan on Unsplash
Biliyoruz ve bu yazıyla bir kez daha hatırlıyoruz: Bu hareket hâli her yerimize sirayet etmiş. “Peki ya hobilerimiz, gönlü hoş tutan uğraşlarımız?” diye soracaksınız. Orada da durum farklı değil.
“Hızlı okuma yöntemleri!”, “Kısa sürede sayfalarca okuyun!”, “Dakikada şu kadar kelimeyle daha çok öğrenin!” başlıklarını yıllardır duyuyoruz. Bunun başlıca nedeni girdiğimiz sınavlar. Upuzun edebiyat sorularını yetiştirmek için okumamıza hız katmamız gerekiyordu, hatırlayın.
Bu aynı zamanda anlama kapasitemizi küçültüyor. Okuduğumuzu anlamıyoruz, hem de kendi dilimizde. Hiçbirinin değeri kalmıyor. Emin olun bu sadece bize özgü değil. Amerikan Zaman Kullanımı Anketi’ne göre son 20 yılda zevk için okuma oranı ciddi oranda düştü. Akademik makaleyi şuradan inceleyebilirsiniz. Nedenler arasında dijital medyanın yükselişi, ekonomik baskılar, azalan boş zaman ve kitap-kütüphane erişimindeki eşitsizlikler sayılıyor. Burada belirtiliyor.
Gündelik okumalarımızı düşünelim bir de. Neden böylesine seviyoruz şimdi rahatça görülmekte, öyle değil mi? Tez canlı hareketi bir kenara bıraktığımız nadide anlardan da o yüzden. Kendi kendimize okuyor, bitirme telaşına kapılmıyor, kimseye hesap vermiyoruz. Okumazsak kaybetmeyeceğiz, normalden yavaş okursak kimse dalga geçmeyecek. İşte okumayı olabildiğince bize has yapmak en ideali, en gönül rahatlatanı. Hızlı okumaya alıştıysanız ve bu size iyi geliyorsa öyle devam edin. Ama bir şeylere yetişme kaygısı gütmeden yapmak buradaki en önemli nokta. Kimi bir günde bitirir, kimi on günde. Aradaki fark nedir?
Aslında eskiden beri var olan bir akım mevcut: “Cittaslow”, yani “yavaş şehir”. Bu yaşam tarzını benimseyen kasaba ve köyler hayatlarını mümkün olan en sakin şekilde yaşıyor, hem de topluca. Uzun ömür, yavaş aksiyon, yüksek bilinçle yaşananların tadına varma… Dünyada birçok örnek var. Ülkemizden 25, KKTC’den 5 yer Cittaslow unvanı aldı. Merak edenler bu sayfadaki tabloyu inceleyebilirler. Fakat aynı sayfada görebileceğiniz bir bilgiyi direkt paylaşayım: “2011 yılının Haziran ayında, Türkiye'deki Gökçeada ilk ve tek Cittaslow adası oldu. Neredeyse on yıl sonra, 2020 yılının Ekim ayında, Türkiye'nin 3. büyükşehir belediyesi olan İzmir, dünyanın ilk Cittaslow Metropolü oldu.”
Acelecilikten şikâyetçi olanlar yalnız değil. Benzer şekilde “slow food” hareketi yerel gıdayı, geleneksel yemeği koruyor; bölgeye özgü üretimi teşvik ediyor. Sakinlikten yana olanların doğayla daha barışık olması şaşırtıcı değil.
Konumuza dönelim. Yavaş okumalar yapmaktan bahsediyorduk. “Slow reading” de aynı felsefenin bir parçası. Önemli olan bir şeyi hemencecik bitirmek değil; nasıl okuduğumuz. Günümüzde açık havada toplu okuma günleri düzenleniyor, belki duymuşsunuzdur. Yılın belli dönemlerinde oluyor bildiğim kadarıyla ama bazı ülkelerde artık yavaş yavaş bir akım halini alıyor gibi görünüyor. Öte yandan sessiz kitap kafeleri ün kazanıyor. İnsanlar bir araya geliyor, kitap okuyor, çizim yapıyor, örgü örüyor; telefonlar kapalı. Teknoloji, yine “kötü karakter” rolünde, biliyorum. Lekelemeyecek olsam da, anlık iletişim araçlarının mektuplaşmayı nasıl öldürdüğüne hepimiz şahitlik ettiğimiz için sizi bunun gerçekliğine inandırmama gerek yok.

Peki, bireysel ve toplumsal paydada neler yapabiliriz? (Ek katkınız olursa lütfen ekleyiniz.)
Öncelikle Cittaslow gibi çeşitli hareketlerin varlığı sandığımızdan etkili. Bulunduğumuz yer Cittaslow olmasa bile bu anlayışı kendimizce hayatımıza katabilir, okumalarımıza yansıtabiliriz.
Ülkemizde olmayacağını bilsem de, normal bir ülke olan ve %100 okuma-yazma oranına sahip Danimarka ile ilgili şu haberde bahsedildiğine göre, “endişe verici düzeydeki okuma krizi nedeniyle kitap satış vergisi %25 oranında düşürüldü”. Söylemeye gerek yok, ülkemizde kitap fiyatları düşse (hepimiz indirim kovalamıyor muyuz?) alımların artacağını biliyoruz. Okuma konusunda söz veremem. Ama genel bir artış olacağını bekleyebiliriz. Yani bu senaryo yaşansaydı, bekleyebilirdik.
Diğer bir öneri ise çocuklarla beraber okumak. Ebeveyn olarak onlara okumak ya da onlarla beraber okumak, anlaşılacağı üzere süreci yavaşlatacaktır. Üstüne üstlük bu durum onlar için tartışmasız çok kıymetli.
Benim şahsi ve gururla bahsedeceğim deneyimim ise kitap kulübü üyeliği. Kitap kulüplerinin sayısı gitgide artmaya başladı. Pandemi dönemi süresince edindiğimiz bir alışkanlık olarak çevrim içi görüşmeler hızla gündelik bir şekle büründü. Hep beraber okumak yeni bir aksiyon yeni bir deneyim oldu. İşin sosyal kısmı da burası, olduğumuz yerden bireyselliğimizden sıyrılmamıza izin veriyor.
Buluşma heyecanıyla okumak, olumlu-olumsuz düşüncelerimizin netleşmesini sağlıyor. Her kitabı sevmek zorunda değiliz, bazen bitiremeyiz bile. Sorun değil. Esas olan emek, beraberlik, başkalarının fikirlerinden ışık çakması. Bunların hepsi okumanın ve anlamanın parçası. Kimi zaman ne kadar yavaş okusak da anlama işini pekiştirmek için başkalarına ihtiyacımız olabilir. Bu, doğal ve keyiflidir.
Okumayı, yazmayı, edebiyatı yavaş bir meditasyon olarak görmek ve ondan verim almak tamamen bizim elimizde.







Comments