top of page

Romanlardaki Otobiyografik Yansımalar

  • Writer: Sarnav
    Sarnav
  • 1 minute ago
  • 4 min read

Yazarın Karakter ve Olaylardaki Gölgesi

Öykü yazan hepimiz, bilinçli olsun olmasın, kendimizden parçalar karakterlerimize aktarırız. Bazen bunu fark etmek zaman alır; bazen de okurların yorumlarıyla gün yüzüne çıkar. Bu durum, usta yazarlar için de geçerli. Bu yüzden bir romanı doyasıya okurken, yazarını da "okumak" şart. Peki, bilindik eserlerden hangileri otobiyografik izler taşıyor?


Bir karakteri ya da olayı inşa ederken başlangıçta boşlukta hissedebiliriz. Eğer karakterin kişiliği için kafamızda önceden şekillenmiş fikirler yoksa, benzetmelere başvururuz. En yakın malzeme ise çevremizdekiler olur. Kendimizi "bildiğimiz" için önceliği başkalarına versek de, her halükarda göze çarpan bazı noktalarımızı yansıtırız. Bazen bir cümle tam da bizim söyleyeceğimiz türden olur. Kişiliğimizle alakasız unsurları iliştirmeye çalışsak da, dönüp dolaşıp kendimizden esintiler yakalarız. Karakterde olmazsa bile, en azından hayatımızdan parçaları olayın bütünlüğüne yediririz.


Öte yandan, bunu bile isteye de yaparız. Kimliğimizi ve yaşadıklarımızı doğrudan naklederiz ya da öykünün gidişatına göre üstü kapalı yediririz. Bir kadın yazar kendini saklamak için başrolde erkek karakter olur; tarihte önemli bir figür olan başka bir yazar ise kendini çerçevenin en dışına, figüranlığa iter. Direkt yer almasalar ve kişiliklerini tümüyle aktarmasalar bile, günün sonunda orada bulunurlar. Nihayetinde, hayatlarından kesitleri aktarmayı tercih ederler.



Kitap kulübümüz Nisan 2024'te başlayalı beri, okuduklarımızın notlarını çıkarıyor ve ön araştırmalarını yapıyorum. Bu sırada sadece kitabın içeriğiyle değil, dışındaki bilgilerle de ilgileniyorum. Fark etmem uzun sürmedi: Kitabı tam anlamak için yazarın hayatını araştırmak şart. O kitabın o yazarla ne alakası olduğunu bilmek önemliydi. Bu sayede pek çok minik aydınlanma anı yaşadım.


Bu konuyu ele almamın nedeni, geçtiğimiz günlerdeki kitap kulübü sohbetimizden bir örnek. Arkadaşlarımdan birine, üstünde durduğumuz konuya yazarın hayatının etki edebileceğini detaylıca anlattığımda, kitaba bakış açısı bir anda değişti. Derler ya, taşlar yerine oturmuştu. Bu anı çok sevdim. İki saatlik görüşmemizde eklediğim o küçük bilgi, kitabın seyrini onun için (eğer tümüyle değilse bile epeyce) değiştirmişti.


Bu not aldığım an bana fikir verdi. Araştırmaya girişince, yazarların kendini sıkça dahil ettiği –ve muhtemelen çoğumuzun okuduğu– klasik eserlere rastladım. Şimdi bunlardan bazılarına değineceğim. Böylece siz de, aralarında okuduklarınız varsa, bu gözle bakıp bakmadığınızı ölçebilirsiniz. Eklemediklerimi ekleyebilir ya da kendi yorumlarınızla zenginleştirebilirsiniz.


ree

Photo by Peter Conlan on Unsplash


Dostoyevski'nin kaleminden çıkan Raskolnikov, o kadar karmaşık bir adam ki, fakir bir öğrenci olarak ahlaki sınırları zorluyor. Cinayet işleyip vicdan azabıyla boğuşurken ruhu ikiye ayrılıyor adeta. Bu kararsız, suçluluk dolu hali, Dostoyevski’nin Sibirya’da hapis yattığı ve kumar bağımlılığıyla boğuştuğu günlerin yansıması. Bu kitabın yanı sıra, Kumarbaz adlı eserinde de bu hastalığın korkunçluğunu işliyor –yine de ondan kopamıyor. Ahlaki ikilemlerde sıkışmışlık.


Kafka ve Dava romanına ne demeli? Josef K. adlı karakter, bürokratik bir kabusun ortasında debelenen sıradan bir adam: Suçlanıyor, yargılanıyor, ama neyle suçlandığını bile anlamadan hayatı elinden kayıyor. Tıpkı Kafka’nın sigorta memurluğunda boğulduğu, otoriteye ezildiği o yabancılaşmış günler gibi. Dönüşümde de bu temayı işlememiş mi zaten? Bana kalırsa, Kafka yazdıklarıyla sessizce haykırmayı tercih etmiş.


Geçmiş dönemlere uğrayalım ve farklı bir örnek verelim. Shakespeare'in Hamleti, Danimarka prensi olarak tahtın yükü altında ezilen, babasının hayaletine takılıp intikam peşinde koşan ama bir türlü adım atamayan o düşünceli karakter. Yas dolu anlatıda Shakespeare’in hüznü var aslında. 1596'da 11 yaşındaki oğlu Hamnet'i kaybeder. Acısını Hamlet’le kendince bir ağıta dönüştürür, kederini en iyi bildiği yolla –tiyatro sahnesine taşıyarak– taçlandırır. Belli ki bu, onun başa çıkma yöntemiydi. Tabii bu isim benzerliğine spekülasyon diyen de var.


Woolf'un Clarissa Dalloway'i, Londra sokaklarında bir parti için koşturan zarif bir kadın; ama iç dünyasında geçmiş sevgiler, cinsellik sorgulamaları ve anlık kırılganlıklarla boğuşuyor, Septimus’un intiharı gibi gölgelerle yüzleşiyor. Öte yandan Woolf’un bu temaları bağdaştırabileceğimiz Hasta Olmaya Dair Hasta Odalarından Notlar (On Being Ill) adlı kurgu dışı yazısı var. 42 yaşında, bir sinir krizi atağından sonra yatakta, 1925’te kaleme almış. Eserinde içsel boğuşmalarını, acı dolu dönemlerini ve buhranını otoportre gibi yansıtmaktan çekinmemiş. Bu aslında ne kadar güçlü olduğunu da gösteriyor.


Jane Austen var sırada.Gurur ve Önyargının Elizabeth Bennet’i, zeki ve alaycı bir kız kardeş olarak evlilik baskısına kafa tutan, Darcy’nin gururuna meydan okuyan bağımsız bir ruhtur ve sosyal sınıfın saçmalıklarını adeta tiye alır. Austen’ın başlayıp bitiremediği The Watsons (1803’te başladığı, ama ölümünden bir yıl sonra yayımlanan) eserinde hasta ve yoksul bir din adamı ile dört evlenmemiş kızını konu alıyor. Eser şöyle tanımlanıyor: “Muhtemelen babasının ölümünden sonra terk edilen Watson'lar, küçük bir taşra kasabasındaki Watson kız kardeşlerin evlilik beklentileri etrafında dönen, canlılığı ve iyimserliğiyle cezbedici ve son derece keyifli bir hikayedir.” Akla gelen soru belli: “Peki, Austen evlendi mi?” Hayır, hiç evlenmemiş. Bence o yakalayamadığı mutlu evliliğe ve yaşama eleştirisini romanlarında göstermeyi tercih etti. Yıllar sonra yine evlilik üstüne yazmaya girişse de, belki gerçekçi bulmadığı için yarım bıraktı, kim bilir.


Son olarak Poe ve Lovecraft’tan bahsedeyim. Poe, tıpkı Austen gibi kısacık bir ömür sürdü. Yazdıklarıyla melankolik ortamları ayağımıza serdi; kasvet onun için adeta bir imzaydı, çünkü yaşamı da öyküleri gibiydi. Alkolizmle boğuşması, kitap kulübümüzde okuduğumuz Kara Kedi öyküsüne yansıyordu zaten. Bunun yanlış olduğunu fark etse de bataklıktan kurtulamıyordu (bkz. Dostoyevski’nin kumar tutkusu). Sevdiği kadın Lenore’a seslendiği eseri Kuzgun da, karısı Virginia’yı veremden kaybettiği karanlık yılları yansıtıyor olmalı


Lovecraft ise aşırı içine kapanık biriydi; sosyal fobisi ve kronik rahatsızlıkları yüzünden izole bir hayat sürdü. Yalnızlık onu zihnen yıpratmış ama bundan bir çıkarım yapmasını da sağlamış. Sanki içinde bulunduğu bu bulanık ve boğucu ortam, onu öykülerinde canavarlar yaratmaya itmiş. Rahatsız ruh hali, onun yaşam felsefesini de oturtmuş ve insanlığın kırılganlığını öykülerine yansıtmış. Yaşamının kötü yanları ve belki de travmalarının izi onda habis, şeytani ve korkunç öğeler oluşturma isteği uyandırmış. Kendi yarattığı mitosuyla beraber Cthulhu’nun Çağrısı gibi eserlerinde bu karanlık yansıma apaçık ortada; belki de o, kendi "canavarını" yazarak başa çıkmış.


Tıpkı Mary Shelley ve kendi hayatından izleri içine kattığını düşündüğüm Viktor Frankenstein ile onun canavarı gibi.



Dediğimiz gibi, karakterlerimize ya da öykülerimize hayatımızdan izler sızabiliyor. Buna kucak açtığımız kurgular kadar, bilinçaltımızın kontrolü ele aldığı, istemeksizin oluşturduğumuz ögelerin olduğunu yazarlardan örneklerle somut şekilde görebiliyoruz. Bu yazarların ortak noktasını incelediğimizde, hayatlarındaki olumsuz gelişmeler öne çıkıyor. Nitekim bunun ne kadar insani olduğunu fark etmek gerek: Psikolojimizin açığa çıkmayan noktalarında saklanan anılar veya aksine tümüyle gözümüzün önünde olan bitenler, kurgularımıza sandığımızdan fazla müdahale edebiliyorlar. Peki, siz yazdıklarınızda bunu yakalayabildiniz mi?

 
 
 

Comments


Let Me Know What You Think

Thanks for submitting!

© 2023 by Sarnav. Powered and secured by Wix

bottom of page