Özgürlüğün Kıvılcımı ve Geleceğin Fidanları
- Sarnav
- Aug 30
- 6 min read
Günün ve ölümsüz liderin önemine ithafen mitolojik bir örnek ile
Bugünü anlatırken genelgeçer anlatımın aksine mitolojiden yardım alarak ilgi çekici bir bakış açısı oluşturmayı planladım. Bunun için Aiskhylos'un eseri ve Azra Erhat'ın yorumlarından ilham aldım. Kaynak olarak direkt kendilerini kabul edebilirsiniz. Tarihimizi düşünerek okumanız anlatımı kolaylaştıracak ve olayları bağdaştırmanız açısından yarar sağlayacaktır.
Yunan mitolojisinde üç büyük devrim vardır. Üçüne de mitolojinin yaygın anlatımında pek değinilmemektedir. Ancak türün okuyucuları merak ederek bunları fark ederler. Ben de çok uzatmadan önem taşıyan kısma geçeceğim.
Anlatı evrenin Kaos’tan doğuşuyla başlar. Toprak Ana Gaia, kendini örten bir eş olarak Gök Tanrısı Uranos’u yaratır ve Titanlar doğar. Uranos, bu yaratımlardan korkarak onları yok etmeye kalkar, ancak Gaia’nın oğlu Kronos, kaba kuvvetle babasını devirir Bu devrim, yeni çağı başlatmıştır.
İkinci devrim benzer şekilde gelişir. Mitolojik tarih tekerrür etmiştir. Kronos, evlatlarının varlığından korkar ve bu yüzden doğar doğmaz onları yer ancak onlardan biri olan Zeus, ondan saklanır. Zamanı gelince bir savaşa girişir ve nihayetinde kazanır. Gücün yönetimi son bulmuştur; artık Zeus tanrıların tanrısıdır, başa geçmiştir ve aklı tekeline almıştır. Yaptıklarından dolayı ona şimşek ve gök gürültüsü de bahşedilince korkulu ve saygın biri haline gelmiştir. Yönetimi ele alınca kendi haritasını çizer gibi düzen kurmaya başlamıştır. Krallık tahtı onundur, öbürlerine ise hükmedecekleri bazı alanlar bırakmıştır. Karşı gelmeksizin kabullenen tanrılar onun buyruğuna istemeksizin de olsa uymak zorunda kaldıklarını bilirler.
Son ve can alıcı devrim ise biraz daha farklıdır. Titan soylu biri vardır ki Zeus’a başkaldıracak cesareti vardır. Zeus, onun (ve kardeşlerinin) varlığından haberdardır ve her zaman diken üstünde hissetmektedir çünkü bu Titan, kaba kuvvetten ziyade atalarının kafa gücünden pay almıştır. Yani tanrıların tanrısının elinde tuttuğu akla karşı çıkabilecek başka bir akıl mevcuttur. Böylece bu Titan bir doğal düşman haline gelir. Durum karşısında öfkelenen Zeus’u körükleyebilen Titan sivri aklını, geleceği önceden görme gücünü onu aldatmak için kullanır. Sıkça kuşkulandırır ve küçük düşürür hatta bunu yapmak adına insanlar ile işbirliği de yapar.
Üçüncü devrimin öncüsü, adının anlamı öngörücü olan Prometheus’un ışığında hazırlanır. O, Zeus’un tahtından mutlaka düşeceğini bilir. Bu düşünceyle hareket eder ve her şeye göğüs germeye hazırdır. Acı çekmeye bile.
Tek amacı soyunun, halkının yani Titanların öcünü almaktır ve bu minvalde iktidardaki Olympos tanrılarının hepsine kafa tutar, insanlıkla bir bütün haline gelmeye çalışır. Böylece Zeus’u bir değil iki kez kandırır ve ateşi insanlık ile paylaşır. Ateş ile birlikte ışık da, sıcaklık da, sanatsal gelişmeler de hız kazanacak ve insanlar kendini bulacaktır.
Bu hareketle Zeus küçük düşürüldüğü gibi sembolik gücünü yitirmeye yüz tutmuştur, tabiri caizse tahtı sallanmıştır. Bu düşünce sadece tanrılar arasında değil, insanlar arasında da böyle gelişmiştir. Ona edilen dualar azalmıştır çünkü insanlar zamanla kendi gücünün farkında varmış, tanrıya karşı ayaklanmıştır. Onu hiçe sayabileceğini anlamıştır ve asıl tanrının, gücü elinde tutanın kendisi olduğunu fark etmiştir bu ateşle beraber. Güç de akıl da insanların lehine kaymaya başlamıştır. Başrolde sadece tanrılar yoktur artık.
Prometheus sebep olduklarından ötürü iktidar tarafından sürülmüş, cezalandırılmıştır. Zeus’un hükmü son bulana kadar Kafkas Dağı’nın tepesinde sonsuz acı ile baş başa bırakılmıştır. Karaciğeri her gün bir kartal tarafından yenilir, tıpkı bir siroz gibi. Bir ölüm fermanıymışçasına zincire vurulmuştur şimdi. Yine de Prometheus, özgür düşüncenin gücüyle insanlığın yolunu aydınlatır.
Azra Erhat, Aiskhylos’un “Zincire Vurulmuş Prometheus” eserine yazdığı (1967) önsözde, Prometheus’un zincirlerinden insanlığa seslenişini bir yargılama sahnesine benzetiyor:
“…(Prometheus) Mıhlanmış olduğu kayadan bize seslenip, eylemini, eyleminin uyandırdığı tepkiyi, kendini ve karşısındakileri eleştirip değerlendirmektedir. Prometheus olayını bugün bir tiyatro yazarı ele alsa, karşımıza bir yargılama sahnesi koyar ve tutuklusu, tanıkları, yargıçlarıyla bir duruşmayı canlandırırdı.” diyor ve eserin Franz Kafka'nın "Dava" romanı gibi incelenebileceğini söylüyor. (Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, Türkiye İş Bankası Yayınları, sf xi)
Elbette bu bağlamda bakıldığında Prometheus’un başkaldırısının, bir Titan olarak intikam isteğinin ve insanlarla yaptığı beklenmedik işbirliği hamlesinin özünde iki önemli öğe ortaya çıkıyor: Bilinç ve özgürlük. Prometheus’un başkaldırısı, bu iki değerin kıvılcımını ateşler. Bunlar, baskı altında uyuyan insanların ruhunda saklıdır ancak devrimlerde, savaşlarda ve birlik anlarında parlar. Tıpkı onun ateşi gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün 30 Ağustos zaferi de Türk milletinin bilincini ve özgürlük tutkusunu uyandırdı.
Zeus, insafsızdır ve bir zorba gibi dünyayı yönetmektedir. Her yer dalkavuklarıyla dolmuştur. Kimse sesinin çıkaracak cesareti bulamaz. Öte yandan Prometheus ise özgür ruhu ve sözünü sakınmayan cesaretiyle buna meydan okur. Özgürlük yoksa kölelik vardır; bu ikilemi kırmak için çileye razıdır.
Fakat asıl olan nedir? Köle olan Zeus ve özgür olan Prometheus’tur. Azra Erhat yine mitolojiyi bir kenara bırakıyor ve diyor ki:
“…Yönetimi ele geçirmiş nice iktidar sahibi kişi ya da partiler vardır ki, karşılarına dikilip direnen tek tük düşünce sahiplerini susturup yok edebileceklerini sanırlar, oysa sonuç umduklarının tersine çıkar: İktidar sahipleri devrilir gider, düşünce sahipleri yener ve kalır. İnsan toplumunun bu değişmez yasasının bilincine varan Aiskhylos onu Prometheus diye bir efsanelik kişinin ağzından bildiriyor bize dek: Akıl gücü kaba güçten üstündür, düşünceye gem vurulamaz, özgür düşünce tutuklanamaz, susturulamaz, alt edilemez, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, gelecekte egemenlik kaba kuvvetin değil, özgür düşüncenindir.” (Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, Türkiye İş Bankası Yayınları, sf xiv)

Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Taarruz esnasında Kocatepe’de yer alan fotoğrafının tablosu — Anıtkabir
Yüzyıllar öncesine uzanan mitolojik trajediler, zaman ve mekân fark etmeksizin insanlığın özgürlük ve bilinç mücadelesini yansıtır. Politik anlatımıyla insanlığın üstün geleceği değerlerin irdelendiği bu anlatı günümüzde de yaşanmıştır ve o ateş, Büyük Taarruz zaferiyle Türk milletinde yeniden yanmıştır. Hiç şüphesiz ilelebet yanacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk, işgalci güçlere, yani çağının “tanrılarına” meydan okudu. Düşmanın aksine onunki bir işgal değil, milletinin varlığını savunma mücadelesiydi. Sözünü sakınmadan, suikastlara ve ihanetlere boyun eğmeden, hastalıklara direnerek halkıyla birleşti. O, bize ateşi vermiştir. O ateş, Türkiye Cumhuriyeti’dir.
“30 Ağustos'ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk Milleti'nin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür.” (Hakimiyet-i Milliye gazetesi, 30 Ağustos 1928)
Bu uğurda cepheden cepheye koşan, kelimenin tam anlamıyla her şeyini feda eden yüce insan bizler için sonsuz liderdir.
Nutuk'ta, Büyük Taarruz'u planlarken yaşadığı stratejik zorlukları ve zaferin "Türk milletinin hürriyet ve istiklal aşkının ölümsüz bir abidesi" olduğunu belirtir. Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktası olarak tanımlar; bu bir devrimdir. Ordunun kahramanlığını över: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" emriyle motive eder. Akdeniz, burada batı cephesini anlatmaktadır. Türk kültüründe siyah kuzeyi, kızıl güneyi, beyaz batıyı ve gök/yeşil (bazen turkuaz da deniliyor) doğuyu simgelemektedir.
“Muhterem Efendiler, Afyon Karahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu kâmilen imha veya esir eden ve bakiyetüssüyufunu [kılıç artıklarını] Akdenize, Marmaraya döken harekâtımızı izah ve tavsif için söz söylemekten kendimi müstağni addederim [gereksiz sayarım]. Her safhasiyle düşünülmüş, ihzar [hazırlanmış], idare ve zaferle intacedilmiş [sonuçlandırılmış] olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zâbitan [subaylar] ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tesbit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl fikrinin lâyemut [ölümsüz] âbidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.” (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C: II, s. 676-677.)
Yunan atasözü olarak atfedilen ancak kaynağını kesin olarak bulamadığım, çok beğenip daha önce de paylaştığım bir söz var ve bence çok etkili:
“Bir toplum, yaşlı insanlar gölgelerinde asla oturmayacaklarını bildikleri fidanlar diktikleri zaman büyür.”
Şimdi yüz koca yılı aşkın bu çınar daha bir anlam kazanıyor, öyle değil mi?
Fidan… Ateş… Bilinç… Bireysel olarak uğraştığımız ve kimi zaman da zorunda kaldığımız tüm bu gayretler gün gelip de meyvesini verecek kadar veya alevlere dönüşecek kadar büyüyecek. Yarına, şimdiden iyi işler bırakmak için hareket etmeliyiz. Bizler için verilen çabalara saygı göstermeli, yitip gidenleri unutmamalı, liderlerimize saygı duymalıyız. Bayram olarak anılan günlerimizin ardında yaşananların kıymetini bilmeliyiz. Bu önemli düşünceyi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir görüşmesinde, Ankara Palas’ta söylendiği belirtilen ve daha önce hiç okumadığım sözleri ile taçlandırmak istiyorum.
“… Zamanında kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. ‘Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür sırasında sevinç ve mutluluğa yer bulunmaz’ diyorlardı.
Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, hiç olmazsa yaşadığımız sürece şen ve neşeli olalım.’
Ben kendi karakterim bakımından ikinci hayat görüşünü beğeniyorum, fakat şu sınırlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar zavallıdır. Besbelli ki, o adam birey sıfatı ile yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Anlayışlı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, ‘Benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?’ diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce bilinmemesini tercih edecek karakterde bulunanlardır. Herkesin kendine göre bir zevki vardır. Kimi bahçe ile uğraşmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır.”
Sonda eklediğim kaynağından tümünü okumanızı rica edeceğim konuşmasını şöyle bitiriyor:
“…Ben askerîm, Dünya Savaşı’nda bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, diğer ordularla da uğraşıyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yardımcım dedi ki:
– Niçin size ait olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?
Cevap verdim:
– Ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl yönlendireceğimi ve yöneteceğimi belirleyemem.
Bir devlet ve milleti yönetme durumunda bulunanların daima göz önünde tutmaları gereken husus budur.
Bu sebeple saygıdeğer misafirimize şunu diyeceğim: Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak gücünde olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın karşısında söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.” (Ulus 20.03.1937) - ("Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu İle Konuşma | Atatürk Araştırma Merkezi")






Comments