top of page

2025-Ağustos’ta İzlediklerim (4 Film)

  • Writer: Sarnav
    Sarnav
  • Aug 28
  • 9 min read

Ayın başında birkaç bilim kurgu kitabı okuduğum için filmlerimin de bu yönde olacağıyla ilgili bir izlenimim vardı. Türün müptelası olsam da, bataklığa girmemeye çalıştım ancak pek başarılı olduğumu söyleyemem. Farklı türlere yer vermek zihni açan ve düşünmeye iten bir yöntem ama dediğim gibi bu ay belli bir türde yoğunlaştım. O halde bu ay neler izlemişim bir göz atalım.


ree

Photo by Simon Haslett on Unsplash


Ağustos Sineması

Şu izleme listelerini oluştururken yanına notlar alabilsek ne güzel olur aslında. Bu filmi ne zaman, nerede gördüğümü hatırlamıyorum ancak görünce derhal listeme eklemiştim. Yanılmıyorsam nedenim, 1971 yapımı bu filmin aslında George Lucas’ın dört sene öncesinde film okulundayken yönettiği aynı isimli kısa filmin uzun metrajlı hali olup onun da bu alandaki ilk yönetmenlik denemesi olmasıydı.


Sosyal bilim kurgu ve distopya türleri üzerinden şekillenmiş bu film çok ilginç. Aşırı ilginç hatta. Evet, distopik filmler her zaman biraz farklıdır. Olaylar sevimsizdir, zaman ve mekan çok sıra dışıdır. Okur veya izleyici önce bunlara uyum sağlamaya çalışır ama aynı zamanda olay akışını da takip etmek zorundadır. Bu yüzden gündelik izlemeye uygun olmayabilecek yoğunluk ve karmaşıklık içerebilir. Hepsi için böyle diyemesek bile bu film için bunu kesinlikle söyleyebiliriz.


ree

“THX 1148” Movie Poster - Image Source


Şu şekilde ifade edeyim: Filmde ne olup bittiğini anlayamadım ya da anladığımı sandığım noktaları bile geç anladım. Altı üstü bir buçuk saatlik film bana iki saatten fazlaymış gibi geldi. Çok fazla olay varmış gibi görünen ancak ana olayın ne olduğunu çözemediğim bir yapımdı.


Distopya anlatılarını çok severim. Çünkü fantezi ve gerçeklik, bilim kurgusal bir anlatıyla çaprazlanır. Bu da, gerçekten de hayal gücüne bırakılması gerekilen eserler doğurmaya müsaittir. Ve elbette tür içinde birbirine benzer akışları da olur ki esere hızla tutunabilelim. Bu defaki deneyimim beklediğimden de garipti.


Öncelikle diyaloglar çok az. Yanlış anlamayın, çok fazla konuşma var. Ama genelde ya tek taraflı ya da monologlar halinde bulunmakta. Bu yüzden anlatılan her neyse, bir cevap gelmediğinden bahsin içine girmek çok zor.


25. yüzyılda geçen ve gelişmiş görünümlü uygarlığın içindeki sıkışmışlığı ve çaresizliği, sürekli olarak tüketilmesi gereken uyuşturucu ilaçlarla beraber anlatan, sosyal etkileşimin sıfır olduğu ve insan duygularının köreldiği bir anlatım, distopya sevenler için alışılmadık değil. Fakat kamera açıları, kimi zaman amatör görünümlü komik sahneler, anlamamıza zaman tanınmayan hızlı geçişler ve olayların oradan buraya savrulması tutunmanıza izin vermiyor. Tanımaya başladığınız karakterler bir anda anlatının içinde kayboluyor ya da yenileri pat diye ana karakterle buluşuyor.


Filmdeki herkes bir insandan ziyade bir ürün ya da obje gibi. Herkesin adı üç harf ve dört sayıdan oluşuyor. Başlıktaki de ana karakterimizin adı aslında. Bunun yanı sıra, yönetimi çekip çeviren, uzay üssü görünümlü ancak demode teknolojilerle donanmış (1971 ne de olsa) ve eski püskü android memurların dolaştığı film boyunca anlamsız sayılar duyuyoruz. Neredeyse her şey, anlamını bilmediğimiz ancak tahmin edebileceğimiz rastgele sayılarla anlatılıyor çoğu zaman. Direkt bir örnek olmasa da anlaşılması açısından, “Bu bir 56 problemi gibi duruyor” ya da “SEN 9768’i buraya getirirken 344. protokole dikkat edin,” tarzında cümleler çokça kullanılmakta. İnanın abartmıyorum. Bir noktada yorabiliyor çünkü tutunamıyorsunuz.



Bana kalırsa bu film daha ziyade sanatsal bir düşünce üstünden şekillenerek oluşturulmuş. Belki de sıradan bir distopya hikayesini süslemek istediler. Sürekli değişen kamera açılarına değindim. Farklı bir şeyler deneme çabası çok bariz görünüyor. Halbuki konu (anlaşıldığı kadarıyla), hem türün bilinen edebiyat eserlerinin izini taşıyor hem de başlı başına distopik anlatıyı sarmalayabilecek düzeyde. Fakat perdeye aktarılırken amaçlanan sanki bu değilmiş gibi. Heba olmuş bir eser hissiyatını içimden atamadım. Ama eminim ki yukarıda bahsettiklerimi ve göz önünde olan problemleri yumuşatarak yeniden düzenleseler günümüzde kesinlikle izlenebilir bir yapım potansiyeli olurdu. Ancak söyleyeceğim garip gelecektir belki ama sanırım “Gora” filminde yer alan birçok öğe buradan alınmış hissine kapıldım. En az üç-dört kez aynı sahneleri izler gibi oldum.


Dediğim gibi türün severleri için bile karmaşık, basit ve garip gelebilecek bir yapım. Onlara bile tavsiye etmeli miyim bilemiyorum. “Ben deneysel filmlere bayılırım,” diyeniniz varsa şans tanısınlar. Çok çok iyi niyetli olarak 5/10 veriyorum. IMDb puanı ise 6.6 görünüyor. Ve nedense popülerliği de bu aralar epey artmış durumda.


Filmi izlemiş olan ve göremediğim yanları paylaşacak biri varsa çok mutlu olurum. En azından gözümde verimli bir hale gelmiş olur. Belki de tamamıyla yanılan benimdir.


2. Contact (Mesaj)

Üçüncü kez izliyorum. İlkinde çok küçüktüm; muhtemelen hiçbir şey anlamadım ama bazı sahneleri hayal meyal hatırlarsınız ya, öyle kazınmıştı aklıma. İkincisi lise/üniversite dönemi olması lazım, gayet keyif almıştım. Şimdi de aynı keyfi, heyecanı aldım, iştahla seyrettim. Kalitesinden ödün vermeyen bir film olmuş benim için. İşin garip yanı, geçen bunca zaman boyunca türlü bilim kurgu filmleri izleyip kitapları okudum. Yani aslında geçmişte kalan yapımların günceldekiler kadar etkileyici olmaması beklenebilir. En azından, tükettiklerimden sonra aynı hazzı vermemesi doğal karşılanabilir. Ancak bu böyle olmadı.


“Baba, sence başka gezegenlerde hayat var mıdır?”

“Bilmiyorum. Ancak sadece biz varsak bu koca bir israf demektir.”


ree

“Contact” Movie Poster - Image Source


Öncesinde “Forrest Gump” ve “Geleceğe Dönüş” gibi eserlere imza atan Zemeckis, iyi ki bu filmi de yönetmiş. Elbette başrolde Judie Foster ve yardımcı rolde -yıllar sonra benzer bir film olan “Yıldızlararası”nda da oyunculuğunu konuşturan- Matthew McConaughey filmin başarısını artıran en büyük etmenlerden.


İçerdiği gizemin etkisinin yanı sıra bir diğer önemli konu ise elbette görsellerin kullanımı. Özellikle filmin doruk noktası diyebileceğimiz, filme ismini veren bölümdeki yolculuk, 1997 yapımı filmde alkışlanası bir biçimde yerli yerinde görünüyor. Teknolojinin sırıttığı nadir yerler hariç buna odaklanma gereğini hiç hissetmedim. Hatta bazı kamera açılarının kullanımı ise muazzam. Özellikle aynadan ilaçları alma sahnesi. İkoniktir adeta. Kamera sahnesi diye aratınca bile direkt olarak bulabildim.


Türkçe’ye “Mesaj” olarak çevrilmiş, “temas” olarak değil. Aslında ikisi de uygun görülebilir, istenileni vermesi açısından uygun olduğunu düşünüyorum.


Konu olarak, çocukluğundan beri astronomiye ilgi duyan küçük bir kızın hayalinin peşinden koşup bu işi profesyonel olarak sürdürmesini görüyoruz. Öyle ki, evrendeki frekansların araştırmalarını yapıyor ve her birini kayıt altına alıyor. Bir gün, her zamanki sinyallerin dışında bir tanesini alınca, ekibiyle birlikte bunu açığa çıkarmak için uğraşıyorlar. Derken iş büyüyor ve devlet ölçeğinde genişliyor, özel bir durum kazanıyor.


Ancak bilmedikleri şey, bu özel çalışmanın herkesi aşacak düzeyde bir gerçeği açığa çıkarması.


Popüler bilimci Carl Sagan’ın romanının uyarlaması olan film, türün severleri tarafından mutlaka izlenmiştir diye tahmin ediyorum. Eğer siz de uzunca bir zamandır tekrar izlemediyseniz belki de zamanı gelmiştir. Adından söz ettiren kaliteli yapımlara yeni şanslar vermenin makul olduğunu düşünenlerdenim.


Yaş sınırlamasının 13+ ve IMDb puanının 7.5 olduğu bu filme ben de net bir 9 puan vererek hiç bitmesini istemeyeceğiniz iki buçuk saatlik maceraya (bir kez daha) davet ediyorum.


3. Dark City (Gizemli Şehir)

Daha önce belirttiğimi anımsıyorum: Film seçimlerimi genelde rastgele veya denk geldikçe yapıyorum. Ara sıra da tavsiyelere kulak veriyorum. İzleme listelerim içinden de, eğer belirli bir türde izlemek istemiyorsam, yine aynı şekilde rastgele bir seçim yapıyor ve çoğunlukla filmin konusuna bakmıyorum. Birkaç oyuncu ismine, eserin afişine, yapım yılına ve temalarına hızlıca göz atıp direkt olarak filme girişiyorum. Bu da onlardan bir tanesiydi. Böyle olunca bir beklenti içinde olmuyorum ve bence alacağımı düşündüğüm zevki katlıyorum.


Fakat… İkilemde kaldığım filmle ilgili önce beğendiğim yanlara bir bakalım.


Filmin konusu bir bütün olarak yaratıcıydı. Asla gündüzün olmadığı ve bunun bir sebebinin olduğu fakat kimsenin bunu fark edemediği ve yakın dönem hatıralarına ulaşamadığı bir şehirde geçiyor anlatı. Gizemli bir kült var ve bir şeyin peşindeler. Ana karakterimiz de bir şekilde bunun bir parçası olmuş ama biz de onun gibi hiçbir şey bilmiyoruz ve gizemlerin ortaya çıkışına beraber tanıklık ediyoruz.


Oyuncular ile devam edelim. 1990’lı yılların favori oyuncularından bazıları başrolde bizleri selamlıyor. Rufus Sewell (şu sıralar izlediğim “Yüksek Şatodaki Adam” dizisinde müthiş bir oyunculuğu var) ve Jennifer Connelly (”Bir Rüya İçin Ağıt” filmi ve “Snowpiercer” dizisindeki rolleriyle olduğu kadar güzelliğiyle akıllarda kalan hanımefendi) başrolde olsalar da, yan oyuncular harika işler çıkarıyorlar. Özellikle Rufus Sewell, oyunculuğunu daha sonrasında çok daha ileriye taşımış gibi görünüyor. Kendisinin rol aldığı diğer yapımlara yer vermeyi düşünüyorum.


Cyberpunk, fantezi, gizem ve bilim kurgu etiketlerine sahip filmde atmosferin tümüyle karanlık olmasını sağlamak için zannediyorum ki hiçbir doğal ışık kullanmamışlar. Sadece sokak lambaları, fenerler, dükkanlardan yansıyan floresan ışıklar var; onların haricinde aydınlatma aracı yok. Sürekli olarak karamsar bir hava, boğucu bir his var. Sahnelere girmek bu bakımdan hiç zor değil ve barındırdığı yoğun, isteksiz, pesimist havayı vermekte ziyadesiyle başarılı. Ara sıra derin bir nefes almak ve ciğerlerinizi şişirme gereği duyuyorsunuz. Yani ismi “Gizemli Şehir” olarak çevrilmiş bu karanlık şehir, başlığın hakkını sonuna kadar veriyor.


Kamera kullanımının ilgi çekici olduğu yerler bulunmakla beraber bilgisayar destekli düzenlemelerde harika işler çıkarılmış. Karanlık sahneler de olası pürüzleri ortadan kaldırmaya yardımcı bir görev görmüş olmalı.


ree

“Dark City” Movie Poster - Image Source


Ne demiştim, ikilemdeyim. Biraz övdük şimdi üstümüze vazife olmayacak şekilde yerelim.


Sahneler arası geçişler çok ani, bir anda başka bir olayın içine girme zorunluluğu hissettiriyor. Bunu başlangıçta fark edince film boyunca takip ettim. Göze batan bir çapak gibiydi sanki; kendini ara sıra belli ediyor ve ettiğinde de can sıkıcı oluyordu.


Karakterlerin olması gereken yerlerde bulunmasını biraz sinir bozucu buldum ama genelde olay akışının gidişatı için (mantıklı bir açıklaması da varsa) bir nebze kabul edilebilir bir durum. Fakat hafızası kaybolmuş karakterimiz olması gereken yerlerde bulunmayı nasıl başarıyor? Hikayedeki fantastik yapının getirisi olarak görüp kendimi avutuyorum.


Benimle mi alakalı bilemiyorum ama vermesi gereken gergin havayı veremediği ve üstüne üstlük sahneleri komik bulduğum sıkça oldu. Verilen (aslında verilmeyen) tepkilerin ciddiyetsizliği ve baştan savma hareketlerin bir kısmı gülmeme yardımcıydı. Örneğin, alakasız bir yerde gerçekleşen ana karakter ve kötü adamın ilk karşılaşmasında, kötü adamın yaş tahtaya basarak metrelerce aşağı düştüğünü görünce bastım kahkahayı. “Evde Tek Başına”dan fırlama bir sahne gibiydi. Aşırı beklenmedikti. İşin garip yanı tüm bunların ardında yatan ise bir cinayet ve ortaya çıkarılması gerekilen bir gizem. Ancak filmin ağza alınmayan komik bir yanı varmış gibi hissetmeden izleyemedim. Kaldı ki bu henüz filmin ilk 20 dakikasıydı. Ne mutlu ki yarısından sonra oturmaya başladı. Sanki başka bir senarist koltuğu devralmış gibi geldi.


İnanın edebi anlamda güçlü denilemez veya felsefesi ağır basan bir yapım değil. Ancak size vaat ettiği daha fazlasıymış gibi görünüyor. Diyaloglar çok yalın, hızlı ve duygudan arındırılmış hissettiriyor. Tıpkı bahsettiğim sahne geçişleri gibi. Hatta öyle ki, abarttığımı düşünmüyorum, gündelik olarak izlediğimiz videolardaki aralıkların kesilmesi (”cut” atmak) gibi geliyor bazen. Filme henüz başlamıştım ki, durdurup hızlandırılmış bir şekilde izleyip izlemediğimi kontrol ettim.



1998 yapımı ve iki saate varan izleme süresi olan filmi övdüğümden çok yerdiğimin farkındayım. Belki de yanlış bir zamanda izledim, bilemiyorum. Belki çelişkili bulacaksınız ama tüm bu yergilerime rağmen filme kötü diyemiyorum. Fikir şahane de işleyişi zayıf gibi. Yazımdaki ilk filme benzer bir yorum bu ama onun daha deneysel bir yapım olduğu kanısına vardım.


222 bin kişinin oyladığı filmin IMDb puanı 7.6 iken ben de kılçıksız bir 7 verdim. Aslında benzer başka filmler izlemeyi çok isterim. Böylece bir karşılaştırma yapma şansı da bulurum. Duygusuz bir ruh hali içerisinde olan karakterlerle ilgili olarak, geçtiğimiz aylarda izlediğim “Equilibrium” (İsyan) filmi belki benzerlik taşıyor diyebiliriz. Bir diğer benzerliği ise tüm zamanlardaki favori filmlerimden olan, “The Thirteenth Floor” (13. Kat) yakalıyor. Art arda yer alan gizemler ve sınırların çizilmesi (izleyince anlaşılan bir açıklama) konusunda ona benzetmeden edemedim. Yine de tam olarak aynısını diyemem elbette.


Kapanışı yaparken şaşırtıcı bir düşüncemi ekleyeyim: Bana kalırsa bu film, ondan bir sene sonra gösterime giren “The Matrix”e bir şekilde etki etmiş olmalı. Biliyorum ama anlatamıyorum tarzında bir his bu, tam olarak cümlelere dökemiyorum.


4. Lost In Translation (Bir Konuşabilse)

2003 yapımı bir Sofia Coppola filmi ve başrollerinde pek başarılı bulduğum iki isim, Bill Murray ve Scarlet Johansson bulunmakta. Eylül ayı İlkgüz Film Kulübü ile birlikte üstünde konuşacağımız film olarak seçilmişti. Ben de bu vesileyle yine yıllardır listemde tuttuğum filmlerden birine vakit ayırmış oldum. 3 Eylül Çarşamba günü bir araya gelip film hakkındaki düşüncelerimizi, naçizane değerlendirmelerimizi ve (varsa) ilginç bilgileri sunarak hep beraber yorumlayacağız.


Not: On sene sonra çekilen “Aşk” (Her) filmi aslında bu filme bir gönderme olarak görülmektedir. O konuyu da merak edenlerin araştırmasını önerelim.


ree

“Lost In Translation” Poster - Image Source


Konu olarak aynı dili konuşan iki yabancının Tokyo’da birbirine denk gelmesini ele alıyor. Elbette bunun özünde yatanlar filmi ilgi çekici kılıyor. Çünkü özellikle yalnızlık teması üzerinden şekillenen anlatısı takdir edilesi.


Tam bir keşmekeş ve aynı zamanda sükunet içinde olan şehrin içinde, orada neden bulunduğunu tam anlamıyla kavrayamayan, uyku problemi çeken, kendisini anlayacak kimseyi bulamayan ve en sonunda birbirlerinin arkadaşlığında rahatlık bulan iki kişinin öyküsü bu film.


Filmin başlığı bir diğer merak konusu bana kalırsa. Bu husus üzerinde hemen hemen her seferinde durmaya ve değerlendirmeye özen gösteriyorum. Çeviride kaybolmak, ortak bir noktada anlaşamamak, istenilenin aktarılamaması gibi anlamlara geldiğini söyleyebileceğimiz orijinal başlık, dilimizde farklı bir şekilde sunulmuş olsa da şık buldum ve beğendim. Aslında filmi izledikçe bunun nedeni gözler önüne hemen hemen her defasında seriliyor.


Dedik ya, bulunduğu yerde yaşadıkları kayboluş, yabancılık ve uyum sağlayamama hissi onlara tam olarak neyin olup bittiğini kavrayamadıkları anlar yaşatıyor. Dil karmaşası açısından da sıkça yer verilen durum sadece bununla değil, duygularla da aktarılmaya çalışılıyor elbette. Ve en nihayetinde, bu problemli durumda duygudaş hisseden iki ruh birbirini bulunca beraber vakit geçirmeleri kaçınılmaz oluyor. Tabiri caizse güvenli liman olarak tutunuyorlar bu dostluğa, yakınlığa ya da arada adını koymaktan çekindikleri ilişki her neyse. Bu, aynı zamanda izleyici tarafında da sürekli bir merak konusu olmuş olmalı bana kalırsa. Ne düşündükleri konusunda bir bilinmezlik içerisindeyiz çünkü onlar da öyleler. Bir konuşabilseler, belki çok şey söyleyebilirlerdi ama bazen konuşmak yerine gözlemlemek, hatırlamak, fark etmek ve hissetmek yeterli geldi.


Yaş etiketi olarak 7+ sunulsa da 18+ sahnelerin bulunduğu, yaklaşık iki saat süren ve açıkçası konusu ve işlenişi bakımından daha uzunmuş hissi yaratan bu filmin IMDb puanı, 516 bin kişinin oylaması sonucunda 7.7 olarak belirlenmiş durumda. Açıkçası benim de en azından 7-7.5 puanın uygun olduğunu düşündüğüm bir yapım. Komedi unsurları anın gidişatına göre gelişen ancak genel itibarıyla dram odaklı ve bence yaşanan olayları hayatınızdaki tecrübelerle içselleştirebildiğiniz takdirde daha çok sevilebilecek bir eser.



Yine çok hızlı geçip gittiğini düşündüğüm bir ay sona ermekteyken yazın bitmesine ne kadar çok sevindiğimi tekrar söylemem lazım. Titreten, kasvetli, battaniyeleri dışarı çıkartan, mavi-griliğinde kaybettiren günleri çok özledim. İnsanoğlu ne de nankör değil mi? Neyse, ben hep “takım sonbahar-kış” üyesiydim. Bakalım, içsel buhranlar yaşayınca laflarımı geri almamın pek olası göründüğü önümüzdeki bu gün ve aylarda bana hangi filmler eşlik edecek? Döneme uygun tavsiyelerinizi paylaşabilirsiniz, teşekkür ederim.

Comments


Let Me Know What You Think

Thanks for submitting!

© 2023 by Sarnav. Powered and secured by Wix

bottom of page